Mini macera: Sürpriz müzik kutusu

Uzun zamandır yazamıyordum. Çiçek festivalinden, Queen's Day'e, 1 Mayıs'a ve daha nice acayipliklere yazacak zibil gibi mesele birikti. Resmen sinsi gibi rapor ediyorum seni Amsterdam! En kısa ve naif hikayeyi anlatarak bir başlangıç yapıyorum. Efenim bir gün bisikletlerimizle merkeze doğru yol alırken Amstel Nehri üzerindeki, aşağıda internetten en afilli fotoğrafını bulduğum Magare Brug (İngilizce'de Skinny Bridge, Türkçe'de Sıska Köprü) adlı köprüden geçtik. Şimdi internetten en afilli fotoğrafı buldum dediysem, kendisine Hülya Avşar'ın Seda Sayan'ın geç dönem mayolu pozları muamelesi yapmayalım. Çıplak gözle farkedilebilen bir güzelliği de var köprünün. (Allahım şu an yukarıdaki örnekte, kadın bedenine şiddet uygulayan güzellik normlarını pekiştirdiğimi fark etmekle, benzetmenin photoshop çağrışımları ve skinny adına da uygunluğu dolayısıyla kullanmaktan vaz geçememek arasında gidip geliyorum. Seviyesiz bir geyik uğruna ne hayatlar yıpranıyor yarab!) Neyse dağınık bırakıyorum. 

Magere Brug
Bu köprü üstüne geldiğimizde (araba geçmiyor dostlar bu köprüden) köprünün ortasındaki korkuluklarda ufak çaplı bir kalabalık gördük. Kalabalığın ortasında da bir olta. Tabi ki de olay gören her Türkiye genci gibi o tarafa doğru yöneldik. Ben açıkçası daha önce şehir merkezinde  kanaldan, nehirden hiç balık tutulduğunu görmesem de biri balık tutuyor  ve benim gibi daha önceden böyle bir şey görmemiş diğer insanlar da hayırdır inşallah diyerek boklu dereden medet uman balıkçı zattın etrafında toplaşmışlar zannettim. Saniyeler içinde yazdığım dandik senaryoyla biraz daha ilerlediğimizde oltanın köprüden nehre değil, nehirden yukarıya doğru köprünün üzerine uzatılmış olduğunu gördük.  Oltanın ucunda da turuncu tahta bir clog (Tahtadan yapılan geleneksel Dutch ayakkabısı) sallanıyordu. Clog ne menem bir şeydir diye merak edenler grotesklikte sınırları zorlayan bir örneğini aşağıda görebilirsiniz.
Clog clog deyince biz de bir şey sandık, Hansel'le Gratel'in ayakkabısıymış ya bu
Bu edindiğimiz son bilgiyle birlikte saniyeler hatta saliseler içinde revize ettiğim yeni senaryoya göre bir an için bir çağdaş sanatla, efendime söyleyeyim bir enstelasyonla mı karşı karşıyayız acaba diye düşündüm. Köprünün altında bir kayıkta, "Asıl siz! Evet siz, evrim geçirip yüzgeçlerinden olan memeliler! Birer balık sürüsüsünüz! Hayatınız oltaya gelmekle geçiyor!" mesajını vermek isteyen, ten rengi ya da siyah (domino desenli de kabülüm) tüm vücudunu saran (kafa dahil) tek parça bir tayt giymiş, işini ciddiyetle yapan bir sanat emekçisi  göreceğimden emin gibiydim.

Farklı renk ve model seçeneklerimiz de mevcut, biraz beklerseniz çocuk depodan getirsin abla.
(Resmen ekmeğime yağ sürülsün istiyorum içten içe ha. Böyle şeyler göreyim de gelip burda "Bunlar hep arpa fazlalığından, nıç nıç nıç" deyip kafamı yana doğru döndüreyim, muhtar emmiye bağlayayım istiyorum. Yandan yandan gülerken de kasketimin önünü düzelteyim istiyorum resmen.) Ama derseniz ki "içinde tek parça vücut taytı (sen koru yarabbi harflerle temsili bile çirkin) olan çağdaş sanat performansında geleneksel tahta ayakkabının ne işi vardı bello allasen, anadolu rock mı sandın sen bunu!" ben de size içimdeki ellerini oğuşturan muhtar emmiyle muhattap olun, beni karıştırmayın derim.

Tövbeler tövbesi
Neyse efenim, bir kaç adım daha ilerlediğimizde (Köprü köprü değil Tsubasa'nın halı sahası!Oltanın önce dumanı, sonra direği...) kafamda yarattığım asabi ve taytlı performans sanatçısı yerine, naifliğiyle günümüzü şenlendirecek olan beyaz saçlı, yaşlı bir adamla karşılaştık. Yaşlı adam, içine envai çeşit müzik aleti doldurduğu bir kayığın içinde yukarıya doğru biz köprüdekilere bakıyordu süpriz yumurta gibi. Köprüye doğru uzattığı oltasının ucundaki clogun içine (yav clog clog deyip durma artık! zaten az önce google a "dutch shoes" yazıp adını yeni öğrenmiş insansın!) .evet. Tahta ayakkabının içine koyduğu hatıra kartlarını insanlara verirken üç beş para topluyordu.



Biz bu rengarenk kayığı ve içindeki ak saçlı dedeyi izlerken dede oltasını topladı ve gösterisine kaldığı yerden devam etti. Bir yandan eline ne geçerse çalıp müzik yapıyor bir yandan da habire dümeni çevirip kayığıyla kendi etrafında dönüp duruyordu. Başlı başına  su üstünde bir müzik kutusuydu.


Fotoğraflardan çok anlaşılmıyor gerçi. (yok ya şimdi bir daha baktım da gayet anlaşılıyor aslında) Ama puslu, soğuk ve gri bir Amsterdam gününde oyuncak gibi rengarenk bir amcayla karşılaşmak gerçekten sürreel  bi sürprizdi.



Bir kaç saniyelik sevimli bir görüntüsü var gösterinin ama hain bloggera nedense yükleyemedim bir türlü. Artık yavaş yavaş oluşmaya başlayan küçük çaplı hayran kitlemiz de (takribi 1 kişi) yazı isterük diye bastırınca yazıyı yazayım da video belki arkadan gelir dedim, hikayeyi saldım ortama.

p.s. Sebat edip yazıyı okuyan cefakar insanlar için küçük bir de anektod; bu köprünün tam ortasında tepede bulunan hoperlör (hoporlör, hopörlör) aporlörlerden tok bir erkek sesi Hollanda'ca ve İngilizce bir şeyler anlatıyor. Biraz dinleyince Van Gogh'dan bahsettiğini anladık. Belki sürekli değişiyordur anlatılanlar. Yolunuz bu köprüye düşerse etrafı izlerken ya da köprü altındaki oyuncaklı amca buralarda mı diye bakınırken aynı zamanda da apörlölere kulak verip genel kültürünüzü geliştirebilirsiniz.