Mezrab

Bu akşam çok acayip, arayıp da bulamadığım ortamlara girdik. Böyle de deyince beklentiler bi yükseldi.
-Abi karanlık bi hangara giriyosun...
-Eee?
-Kim kimi yalarsa, öyle düşün!

Akşam bisikletlere atladık yola çıktık.(Bi yandan da bunu dinleyelim de ambiyansı kaçırmayalım)  Limandan limandan gidiyoruz, arkadaşlarla gideceğimiz yerde buluşucaz. Ama nasıl bir soğuk var anlatamam. Bir ara gerçekten eldivenin içindeki parmaklarımı hissedemedim. Abartmıyorum, bok yoluna dondu kopacak parmaklar diye tribe girdim. Garibim benim adam çıkarttı kendi eldivenini verdi zorla. (Kafa rahatlığını daha ön planda tutuyor sanırım) Bahar ayı için çok mantıksız bir ayaz ama. Yağmur çiseliyor bi yandan. İçimden böyle aşkın ızdırabına! falan diyorum. Neyse en nihayetinde kayıkların, takaların, canlı balık kokularının arasından bata çıka ulaşmaya çalıştığımız yere vardık. Limana bakan sıra sıra bitişik binalardan birinin bodrum katına doğru merdivenlerden inmeye başladık. Tavan biraz alçaktı. İçeriden kahkaha sesleri ve daha önce hiç tatmadığım bir çorbanın kokusu geliyordu. Merdivenlerin sonundaki iki kanatlı kocaman kapıyı iterek açtık. İçerisi çok kalabalık ve loştu. Bazı insanlar oraya buraya serpiştirilmiş üçlü, ikili, tekli koltuklarda oturuyordu, bazıları sandalyelerde, bazıları yerde ama çokça insan ayaktaydı. Girişte bir çorba kazanı kaynıyordu. Tüm bunların ortasında ayaklı, uzun, turuncu bir abajurla aydınlatılmış küçük bir alan vardı. Abajurun yanında ahşap bir sandalye ve onun yanında da üzerinde küçük bir tef olan küçük bir sehpa vardı. Duvara dayanmış büyükçe bir bendir duruyordu sandalyenin diğer yamacında. Ortadaki bu küçük aydınlık sahneye yüzleri dönük, yerde oturanların dışında kimsenin suratı seçilmiyordu. Herkes birer kara silüetti. Kara kara silüetlerin arasına gizlenmiş kara kara silüetlerden ibarettik biz de. Daha önce hiç tatmadığımız çorbayla henüz parmaklarımızı ısıtırken, yerde oturanların arasından yaşlı bir adam yavaşça ortadaki loş turuncu ışığın altına girdi. Herkes kara kara ona baktık. Sandalyeye oturdu. Ve bize hikayesini anlatmaya başladı.


Bana masal olsun, hikaye, karagöz olsun, fantastik kuntastik  olsun, daha da bir şey istemem şu hayattan. Mezrab, hikaye gecelerinin düzenlendiği, liman kıyısında alçak tavanlı bir bodrum katı. Bana gerçekten gerçek dışı geliyor böyle bir yerin varlığı. Yaklaşık 50-60 kişi, çoğunlukla gençler oturup birbirlerine masallar anlatıyorlar, birbirlerinin masallarını dinliyorlar. Çoğu günler hikayeler İngilizce anlatılıyor. İran'lı bir aile işletiyor burayı. İşletiyor dediysem giriş ücretsiz. Anne çorba yapıyor. Kendisi İngilizce bilmiyor ama çorba kazanının arkasından Farsça şarkılar söylüyor. Babanın da sesi güzel, o da katılıyor arada. Verilen aralarda çay, bira satın alabiliyorsunuz. Her isteyen gelip hikayesini anlatabiliyor burda. Hikaye anlatanlar gerçekten ve açık kalplilikle dinleniyor. Sonrasında isteyenler müzik de yapıyor. Bazen de ikisi birden oluyormuş ama onu dinleyemedik daha. Koca bir piyano var karanlık köşelerden birinde, 15 dakika aralarda mutlaka dinleyicilerden biri başına oturup bişeyler tıngırdatıyor.  Ailenin oğlu Mezrab'ın asıl meddahı. Hikaye anlatıcılarını sahneye çağırıyor, bazen kendisi hikayeler anlatıyor, 15 dakikalık aralarda çay dolduruyor. Mezrab, Farsça'da mızrap demekmiş. Ama kelime, bana her duyduğumda insanların ve hikayelerin değiş tokuş edildiği bi mezatı çağrıştırıyor. Yok efendim farklı kültürler, vay efendim kültürlerin kaynaşması bıdıbıdısına gerek yok. Bu devirde bir kişiyi bir kişinin hikayesini dinlerken görmek mucize, burda bence bir mucize gerçekleşiyor. İster başkalarınınkileri dinlemek için, isterse hikayenizi anlatmak için gidin yolunuz düşerse.


                    
İlk Mezrap'ı anlatan kısa bir tanıtım videosu. O zamanlar müzisyenler bir araya geliyormuş sanırım. Mekanla birlikte içerik de değişmiş. Bu yazıyı yazarken ilk başta bi çekindim. Yahu zaten tıklım tıkış ortam bi de burdan reklamını yapmayayım dedim. Sonra bi titredim ve kendime geldim.

Amsterdam'da nasıl bedava eşya bulunur

Bugün lafı çok dolandırmadan hakikatten işe yarar bir kaç bilgi vereyim de gönüller bir olsun. Tüm evinizi bedavaya döşemenin iki yolunu anlatacağım, gelin yamacıma. Amsterdam'da ikinci el eşya gündelik hayatın çok fazla içinde. Sürekli bir eşya sirkülasyonu var. Dünyanın en uzun boy ortalamasına sahip milleti, malumunuz yer darlığından daracık minicik evlerde yaşıyorlar. Bir de kozmopolit şehir geleni gideni bol. Bu nedenle eğer Amsterdam'a taşınacaksanız evi nasıl döşeyeceğiz diye kara kara düşünmeye gerek yok. İlkin marktplaats'a bir bakın. Burada ev eşyasından arabaya her türlü ikinci el eşya bulmak mümkün. Fiyatlar genellikle uygun. Yalnız, daha önce de belirttiğim gibi askı meselesi hala bir muamma. Askılar pahalı. Askılar pek kıymetli. Neyse bunun yanı sıra bir çok bedava eşya bulabilirsiniz bu siteden. Eski evler, özellikle de merdivenler çok ama çok dar olduğundan her eski evin çatısında  birer kanca ve makara görebilirsiniz. Bu evlere eşyalar, makara ve halatlarla evin dışından çıkartılıyor ve pencere ya da balkonlardan eve sokuluyor. Yeni binalarda merdivenler daha geniş. Eski usul sırtlanıp çıkartılabiliyor eşyalar. Eşyasını yenileyecek ya da taşınacak bir çok insan, eşya taşımakla uğraşmak istemiyor. "Allahını seven gelsin şu koltuk takımını alsın götürsün!" diye bedava eşya ilanları veriyorlar bu internet sitesinden. Bedava eşya ilanı gördüğünüzde -ki "gratis" buradaki sihirli sözcük- ilan sahibinin diğer ilanlarına da bakın. Bazıları tüm evi gelin toplayın bile diyebiliyorlar. Bir de buradaki ilanlara bakarken, acaba ne çakallık var işin içinde, eciş bücüş şeyleri boşuna sırtlanıp taşımayalım diye düşünmenize gerek yok. İster bedavaya versinler ister belli bir ücret karşılığı, insanlar söz konusu eşyanın en ufak defosunu, söküğünü, kırığını ilanda belirtiyorlar. Kötü sürprizlerle karşılaşmazsınız yani, merak etmeyin.Siteden bahsetmişken şu bilgiyi de vereyim, bazı ilanlarda fiyat belirtilmemişse ve de gratis ibaresini de görmediyseniz, o demek oluyor ki eşya sahibi bir fiyat biçememiş açık arttırmaya çıkartmış eşyaları.                    

           

İkinci olarak, eşyaları evden çıkartmaya üşenmeyen insanlar da, artık kullanmak istemedikleri eşyalarını evlerine en yakın çöp kutularının yanına bırakıyorlar. Çöp meselesi gözünüzü korkutmasın. Her bir konteynır maaşallah bir adet Sermet Erkin! Minik minik konteynırların oval kapaklarını açıyorsunuz, çöpünüzü koyuyorsunuz, kapağı kapatıp bir daha açtığınızda abrakadabra! çöpünüz çoktan yok olmuş. Yani insanlar eşyalarını çöpe bırakıyor dediysek, ortada bir çöp yok. Aynı zamanda da, götü yere yakın olandan korkulur söz konusu bu çöp kutuları için. Kendileri küçük ama bir o kadar da yerin altında var maşallah. Belediye haftada bir gelip, bu minik çöp kutularını yerlerinden söküyor ve altlarındaki dev çöp kutularını boşaltıyor. Büyükşehir çalışıyor! Ama Salı günleri. İşte burası da işin püf noktası. Çöpler Salı günleri toplandığı için, insanlar kullanmadıkları eşyaları haftanın her günü dışarı çıkartmıyorlar ortalık dağılmasın diye. Herkes resmen bize ilkokulda aşılanmaya çalışılan "herkes kendi evinin önünü süpürse hayat bayram olur" felsefesini benimsemiş.Neyse bu nedenledir ki insanlar ya Pazar geceleri ya da Pazartesi sabahları eşyaları en yakın çöp kutusunun yanına koyuyorlar. Ben şimdiye dek kullanılmayacak durumda, çok eski ya da kırık dökük eşya görmedim. Pazar gecesi ve Pazartesi sabahları sokaklarda yürürken gözleri açık tutmak gerek. Buranın insanı neredeyse doğduğundan beri bisiklet üstünde olduğundan, ihtiyacı olan bir şey gördü mü affetmiyor. Koca koca kitaplıkları koltukları sırtlanıp bir yandan da bisiklet sürebiliyorlar.



(Biraz sonra anlatacağım hikayedeki ruh halimi görmek isterseniz 0:15-0:19. saniyeleri izleyebilirsiniz)

Bir pazartesi sabahı bisikletle etrafta dolaşırken bir sürü eşyanın arasında tam ihtiyacımız olan çok şirin ahşap bir sandalye gördüm. Lakin, çöpten eşya almak falan bambaşka bir sosyal kod Türkiye'de. İnsan bir haftada kafasındaki şablonları değiştiremiyor. Ama sandalye de pek güzel, ev yakın, tamam sandalyeyi sırtlanıp bisiklete binip eve gidecek kadar hakim değilim ortama ama taşımanın bir yolu da bulunur. Kedi gibi uzaktan kesiyorum çöpü. Bir yandan "yahu herkes Dutchlığına bakmadan sırtlanıp götürüyor, sen neyine utanıyorsun!" diyorum ama elim gitmiyor. O sırada olanca Dutchlığıyla bir abla geldi, bisikletinden indi, eşyaları karıştırıyor. O saniyeden sonra o sandalye bir kıymete bindi arkadaş! Resmen çocuk gibi, "ulan ilk ben gördüydüm allahsızlar!" diye isyan edesim var. Durup dururken, sabah sabah bir sandalyeden ötürü çektiğim ızdıraba, iç hesaplaşmaya bak arkadaş. Neyse ki sadece komidine ihtiyacı varmış. Sırtlandı koca komidini yoluna devam etti kadın. Hemen fitifiti çöpe yanladım, sandalyeyi yokladım, sapasağlam. Şaban gibi içimden "ennayii leblebisii" falan diyorum. Bir elimde sandalyeyi tutup diğer elimde gidonu tutup, bisikletin üstünde dengede kalma teknolojisi henüz gelişmedi bende, normal yürürken bile dengemi zor kuruyorum. O yüzden o işe hiç teşebbüs etmedim. Sandalyeyi koydum bisikletin arkasına. Elimde bisiklet iki sokak ötedeki eve giderken bile 5 defa falan düşürdüm sandalyeyi. Ama yılmadım. Hayatımda ilk defa bu kadar net bir beleşe bir şey kazanmanın zafer sarhoşluğuyla eve ulaşabildim. [Ne kadar küçük bir dünyam var lan benim! Hayır sevimli ögeler de içermiyor ki Amelie'likten yutturalım. Anca Şabanlık]

p.s: Sermet Erkin'e saygımız sonsuz, onu belirteyim de şeyolmasın.

Amsterdam'da 8 Mart

Bugün biraz yoğun geçti. En başta oturum kaydı için mıhtara gittik (o meseleyi ilerleyen günlerde etraflıca inceleyeceğiz). Sonraki ilk hedefim Türkiye'den ortak bir arkadaş vasıtasıyla birbirimizden haberdar olduğumuz bir arkadaşla buluşup Dam Square'deki (Amsterdam’ın ana meydanı) 8 Mart, kadınlar günü eylemine gitmekti. Aslında, Türkiye'deyken katıldığım 8 Mart yürüyüşleri biri ikiyi geçmez, lakin burdaki politik atmosferi de merak eder deli gönül. [Dam Square, Amsterdam'ın merkezi. Madam Toussote müzesi de hemen bu meydanda.(O meseleyle de ilerleyen günlerde ilgileneceğiz)] Şimdi eylem dediysem, bunu bir toplaşma ya da kutlama olarak da tanımlayamayacağımdan ötürü. Yoksa eylem falan hak getire. Neyse elimde allahlık bir harita yaradana sığınıp atladım bisiklete. Beynimin sadece zaman değil yer-yön algısının işlendiği bölümü de olmadığından, görsel hafızamla hayatta kalarak geldim bu yaşlara. Elimdeki harita belli bir noktaya kadar çaresiz hissetmememi sağlasa da we trust in görsel hafıza! Arkadaşla "Waterlooplein" metro istasyonun çıkışında buluştuk. Burda da büyükçe bir pazar vardı (Bu konuyla da bir ara ilgileneceğiz) Sonra bisikletler elde ara sokaklardan yürüye yürüye, döne dolaşa meydana ulaştık. Bu ayrıntı önemli çünkü, dediğim gibi Hansel'le Gratel misali, her gördüğüm şeye bir ekmek kırıntısı atıp, dönüş yolumu bu kırıntıları toplayarak bulan insanım. Ama  kalabalık ana caddelerden kaçıp sakin ara sokaklardan yolumuzu bulalım derken bi noktadan sonra bi baktım, etrafa bakmak hak getire. Yeni tanıştığım bu güzel arkadaşla muhabbet ede ede onu takip ediyorum. Bu durumu farkettiğimde bir baktım, "yav bu şato gibi bina da ne ola, şurdaki pisiklet de iyiymiş hacı" derken bi yandan da o ekmek kırıntılarını kayıntı yapmışım kaygısız kaygısız çerez niyetine yiyorum. O an tek başıma çıkacağım eve dönüş yolculuğunun nasıl bir macera olacağını düşünüp bir an için titredim. Neyse bir şekilde bu yaşa gelmeyi başardıysam bu saatten sonra da evin yolunu bulurum herhal diyerekten iyice saldım gitti. Arkadaş 7 yıldır burda yaşadığından, önceden uyarmıştı, öyle büyük bir kalabalık bekleme diye. "Ama arkadaş, koskoca Amsterdam'dan bu kadar mı insan toplaşmış!" diye geçirdim içimden. Toplasan 50 kişiyi geçmeyen bir insan topluluğu çember olmuş, kalabalığın yarısı Türkler, Kürtler ve İranlılar. (İran komünist partisi pankartlarının da topyekün erkek üyeler tarafından tutulması da gözümden kaçmadı.) Megafonla sırasıyla orda bulunan 6-7 topluluğun temsilcileri konuştu. Flemenkçe olduğundan pek bir şey anlamadım, arkadaş sağolsun çevirdi biraz konuşulanları. Temel olarak göçmen kadınların sorunlarına değinildi diyebilirim. 
"Allah kafamızdakilere zeval vermesin"
Tamam şunu kabul ediyorum, çok kısıtlı gözlemlerime dayanarak söyleyebilirm ki burda kadınlar Türkiye'ye göre daha özgür. Geçenlerde gecenin köründe bir ara sokaktan eve dönüyoruz. sokağın bir ucunda da bir kaç kişi var. 15-16 yaşlarında genç bir kadın bisikletle gidiyor. Arkasında da iki zırtlan oğlan, "telefon nummer" falan gibi şeyler söylüyorlar. Zırtlan gibi, kızcağızı aralarına almışlar peşinden bağırış çağırış yürüyorlar. İlk başta, "gençler bir durum mu var?!" diyesiye oldum, baktım herkes rahat, kızcağız, pedala kuvvat kaçmıyor, rahat rahat, numarasını mı söylüyor artık zwei, drei gibi bişeyler diyordu, rahat rahat muhabbetini ediyor, bir yandan da evine gidiyor. Ortadaki tek sıkıntı zırtlan oğlanların o soğukta evelerine ya da kalacakları yere yürüyerek geri dönecek olmaları gibi gözüküyordu. (O an için bunu da pek düşünecek durumda değillerdi) Neyse sonuçta, Türkiye'de yaşansaydı en iyi ihtimalle tatsız bir anı olarak anılabilecek bi durum, burda benim adam da dahil olmak üzere, ortamda bir tek beni geriyordu. Amma velakin, 8 Mart dediğimiz gün, aslında düşük ücretlere ve çalışma koşullarına karşı verilmiş mücadeleleri de kapsayan bir gün değil mi arkadaş. Kapitalizmin kendine içkin eşitsizlikleri burda yaşanmıyor ya da hissedilmiyor demek; ben ülke değil, aynı zamanda farketmeden boyut da değiştirmişim, Alice harikalar diyarında takılıyorum anlamına geliyor. Henüz şapkadan bir tavşan da çıkamdığına göre. Bu konuda gözüm üstünde Amsterdam. Bakalım 1 Mayıs'ı da görelim de sonra sana laflar hazırlıycam. 




Neyse, bir süre meydandaki gösteri, eylem, artık neyse ona katıldıktan sonra arkadaşla ayrıldık, bugünün ikinci hedefi olan "English Book Strore"a doğru yol bulma macerama kaldığım yerden devam ettim. Ben deniz bir yandan da çizim yapan, ekmek parasının bir kısmını bu şekilde kazanan bir insanım. Türkiye'deyken yaptığım araştırmalar sonucu (aç: google, yaz: children's book illustrators Amsterdam, tıkla, bunu değişik kelimelerle bir kaç defa yap) çocuk kitapları yazar ve çizerlerinden oluşan bir grup  buldum Amsterdam'da (resmen kendimi şanslı hissediyorum butonu). Her ayın ikinci cuması buluşup çeşitli workshoplar düzenliyorlar. 8 Mart da o günlerden biriydi. Zar zor etkinliğin yapılacağı kitap dükkanını buldum. Bu sırada bir yandan soğuktan akan burnumu silmeye çalışırken bir yandan da elimdeki haritayı cebime sokmaya çalışırken harita bir ara "yetti canıma!" demiş olabilir. Dememişse soğuktan uğuldayan kulaklarımın yalancısıyım. Bu dükkan, sıcak sevimli bir ortam, hatta benim için fazlasıyla sevimli. O hengamede kitapları incelemeye fırsat bulamadım, ama yolum bir daha düştüğünde bakıcam mutlaka. Burda yaşayan Yunanlı arkadaşların rivayet ettiğine göre(bak hala Yunanlı diyor!), çok ucuza İngilizce kitaplar bulunurmuş burda. Şimdilik bunu aklımızın bir köşesine yazalım. Neyse, gittiğim etkinlik "Flash Fiction Workshop"u diye geçiyordu. Açıkçası, Türkiye'deyken bu etkinliğin ilanını ilk gördüğümde, olanca cahilliğimle Flash çizgi romanındaki karakterler nasıl çizilir onu gösterecekler herhal diye düşünüp, bir anlık yıpranmıştım. Bu konuda kendimi suçlamıycam, google bile sadece flash yazıp görsellere tıklayınca zibil gibi flash resmi çıkartıyor.
Sonra tabi gitmeden önce bi bakayım dedim nedir bu Flash Fiction diye. En fazla 300 kelimeyle yazılan, çok kısa ve etkileyici hikaye demekmiş. Flash Ficion demişken, atölye çalışmasında da bahsi geçen  bir efsaneyi burda bitirmeye kararlıyım.  Bilmişlik yapıp ilk günden ortamı germeyeyim diye söyleyemedim, içimde kaldı. Hemingway'in yazıp sayesinde en kısa hikaye yarışmasını kazandığı rivayet edilen "baby shoes, never worn" (bebek ayakkabısı, hiç kullanılmamış) hikayesi efsanedir efenim.
Atölye çalışması iyiydi, insanlar da güzeldi peki ya dönüş yolu! "Atölye çalışması bitti, geldiğiniz için teşekkürler" lafını duyduğumda, engelli işçiyi azarlarken bir anda kameralarla göz göze gelen Recep Akdağ gibi güller açan yüzden tedirgin bakışlara jet hızıyla geçtim.
Duygu geçişi: temsili
Cebimden pare pare haritamı çıkarttım, ağlıyordu. Kanallar aştım, köprüler geçtim. Merkezden uzaklaştıkça sokaklar ıssızlaşmaya başladı. Hava karanlık, sokaklar ıssız, haritam ağlıyor. Bir ara, tam evin yerini gösteren sayfa kopup uçtu rüzgarda. Bu kadar çevik  reflekslere sahip olduğumu önceden bileydim şu an hayatım bambaşka olabilirdi. Eve çok yakın olduğumu hissediyor ama yönünü kestiremiyordum. En sonunda ıssız sokaktan bisikletli bir adam geçti, bisikletli misikletli dinlemeden durdurup yol sorayım ben buna derken, adam hakkatten tam benim önümde durdu. "Afedersiniz bayım.." diye adama yönelene kadar adam bisikleti yere attı koşa koşa duvar dibine işemeye durdu. Belki işedikten sonra cümlemi tamamlayabilirdim ve adamcağız güzel güzel yol tarif edebilirdi (haritayı tuta tuta!). Ama ben gecenin bir körü, ıssız sokakta, duvar dibine işeyen bir adama kayboldum denmeyecek bir dünyadan geliyordum. Anında bisiklete atlayıp başka bir bilinmeze doğru yola çıktım. Adamcağız da noolduğunu anlamamıştır büyük ihtimalle. Sadece arabaların geçtiği ıssız sokaklarda ilerlerken (ne dramatize ettim arkadaş, en kötü ara kocanı ver bir sokak ismi tarif etsin yolu sana, ama yok illa dram, illa atraksiyon!) o karanlığın içinden ak saçlı bir nene çıkageldi. Bir karış havada duruyordu. Yok la yok, hakkatten ak saçlı bir nene ama bisikletin üstünde gailesiz gailesiz evine gidiyordu. Durdurdum yol sordum. İngilizcesi zehir gibiydi maşallah. Tarif etti, iki sokak ötedeymiş bizim ev.

Ak saçlı nene temsili: "kafamız rahat dedik dinlemedin!"