Amsterdam'da 8 Mart

Bugün biraz yoğun geçti. En başta oturum kaydı için mıhtara gittik (o meseleyi ilerleyen günlerde etraflıca inceleyeceğiz). Sonraki ilk hedefim Türkiye'den ortak bir arkadaş vasıtasıyla birbirimizden haberdar olduğumuz bir arkadaşla buluşup Dam Square'deki (Amsterdam’ın ana meydanı) 8 Mart, kadınlar günü eylemine gitmekti. Aslında, Türkiye'deyken katıldığım 8 Mart yürüyüşleri biri ikiyi geçmez, lakin burdaki politik atmosferi de merak eder deli gönül. [Dam Square, Amsterdam'ın merkezi. Madam Toussote müzesi de hemen bu meydanda.(O meseleyle de ilerleyen günlerde ilgileneceğiz)] Şimdi eylem dediysem, bunu bir toplaşma ya da kutlama olarak da tanımlayamayacağımdan ötürü. Yoksa eylem falan hak getire. Neyse elimde allahlık bir harita yaradana sığınıp atladım bisiklete. Beynimin sadece zaman değil yer-yön algısının işlendiği bölümü de olmadığından, görsel hafızamla hayatta kalarak geldim bu yaşlara. Elimdeki harita belli bir noktaya kadar çaresiz hissetmememi sağlasa da we trust in görsel hafıza! Arkadaşla "Waterlooplein" metro istasyonun çıkışında buluştuk. Burda da büyükçe bir pazar vardı (Bu konuyla da bir ara ilgileneceğiz) Sonra bisikletler elde ara sokaklardan yürüye yürüye, döne dolaşa meydana ulaştık. Bu ayrıntı önemli çünkü, dediğim gibi Hansel'le Gratel misali, her gördüğüm şeye bir ekmek kırıntısı atıp, dönüş yolumu bu kırıntıları toplayarak bulan insanım. Ama  kalabalık ana caddelerden kaçıp sakin ara sokaklardan yolumuzu bulalım derken bi noktadan sonra bi baktım, etrafa bakmak hak getire. Yeni tanıştığım bu güzel arkadaşla muhabbet ede ede onu takip ediyorum. Bu durumu farkettiğimde bir baktım, "yav bu şato gibi bina da ne ola, şurdaki pisiklet de iyiymiş hacı" derken bi yandan da o ekmek kırıntılarını kayıntı yapmışım kaygısız kaygısız çerez niyetine yiyorum. O an tek başıma çıkacağım eve dönüş yolculuğunun nasıl bir macera olacağını düşünüp bir an için titredim. Neyse bir şekilde bu yaşa gelmeyi başardıysam bu saatten sonra da evin yolunu bulurum herhal diyerekten iyice saldım gitti. Arkadaş 7 yıldır burda yaşadığından, önceden uyarmıştı, öyle büyük bir kalabalık bekleme diye. "Ama arkadaş, koskoca Amsterdam'dan bu kadar mı insan toplaşmış!" diye geçirdim içimden. Toplasan 50 kişiyi geçmeyen bir insan topluluğu çember olmuş, kalabalığın yarısı Türkler, Kürtler ve İranlılar. (İran komünist partisi pankartlarının da topyekün erkek üyeler tarafından tutulması da gözümden kaçmadı.) Megafonla sırasıyla orda bulunan 6-7 topluluğun temsilcileri konuştu. Flemenkçe olduğundan pek bir şey anlamadım, arkadaş sağolsun çevirdi biraz konuşulanları. Temel olarak göçmen kadınların sorunlarına değinildi diyebilirim. 
"Allah kafamızdakilere zeval vermesin"
Tamam şunu kabul ediyorum, çok kısıtlı gözlemlerime dayanarak söyleyebilirm ki burda kadınlar Türkiye'ye göre daha özgür. Geçenlerde gecenin köründe bir ara sokaktan eve dönüyoruz. sokağın bir ucunda da bir kaç kişi var. 15-16 yaşlarında genç bir kadın bisikletle gidiyor. Arkasında da iki zırtlan oğlan, "telefon nummer" falan gibi şeyler söylüyorlar. Zırtlan gibi, kızcağızı aralarına almışlar peşinden bağırış çağırış yürüyorlar. İlk başta, "gençler bir durum mu var?!" diyesiye oldum, baktım herkes rahat, kızcağız, pedala kuvvat kaçmıyor, rahat rahat, numarasını mı söylüyor artık zwei, drei gibi bişeyler diyordu, rahat rahat muhabbetini ediyor, bir yandan da evine gidiyor. Ortadaki tek sıkıntı zırtlan oğlanların o soğukta evelerine ya da kalacakları yere yürüyerek geri dönecek olmaları gibi gözüküyordu. (O an için bunu da pek düşünecek durumda değillerdi) Neyse sonuçta, Türkiye'de yaşansaydı en iyi ihtimalle tatsız bir anı olarak anılabilecek bi durum, burda benim adam da dahil olmak üzere, ortamda bir tek beni geriyordu. Amma velakin, 8 Mart dediğimiz gün, aslında düşük ücretlere ve çalışma koşullarına karşı verilmiş mücadeleleri de kapsayan bir gün değil mi arkadaş. Kapitalizmin kendine içkin eşitsizlikleri burda yaşanmıyor ya da hissedilmiyor demek; ben ülke değil, aynı zamanda farketmeden boyut da değiştirmişim, Alice harikalar diyarında takılıyorum anlamına geliyor. Henüz şapkadan bir tavşan da çıkamdığına göre. Bu konuda gözüm üstünde Amsterdam. Bakalım 1 Mayıs'ı da görelim de sonra sana laflar hazırlıycam. 




Neyse, bir süre meydandaki gösteri, eylem, artık neyse ona katıldıktan sonra arkadaşla ayrıldık, bugünün ikinci hedefi olan "English Book Strore"a doğru yol bulma macerama kaldığım yerden devam ettim. Ben deniz bir yandan da çizim yapan, ekmek parasının bir kısmını bu şekilde kazanan bir insanım. Türkiye'deyken yaptığım araştırmalar sonucu (aç: google, yaz: children's book illustrators Amsterdam, tıkla, bunu değişik kelimelerle bir kaç defa yap) çocuk kitapları yazar ve çizerlerinden oluşan bir grup  buldum Amsterdam'da (resmen kendimi şanslı hissediyorum butonu). Her ayın ikinci cuması buluşup çeşitli workshoplar düzenliyorlar. 8 Mart da o günlerden biriydi. Zar zor etkinliğin yapılacağı kitap dükkanını buldum. Bu sırada bir yandan soğuktan akan burnumu silmeye çalışırken bir yandan da elimdeki haritayı cebime sokmaya çalışırken harita bir ara "yetti canıma!" demiş olabilir. Dememişse soğuktan uğuldayan kulaklarımın yalancısıyım. Bu dükkan, sıcak sevimli bir ortam, hatta benim için fazlasıyla sevimli. O hengamede kitapları incelemeye fırsat bulamadım, ama yolum bir daha düştüğünde bakıcam mutlaka. Burda yaşayan Yunanlı arkadaşların rivayet ettiğine göre(bak hala Yunanlı diyor!), çok ucuza İngilizce kitaplar bulunurmuş burda. Şimdilik bunu aklımızın bir köşesine yazalım. Neyse, gittiğim etkinlik "Flash Fiction Workshop"u diye geçiyordu. Açıkçası, Türkiye'deyken bu etkinliğin ilanını ilk gördüğümde, olanca cahilliğimle Flash çizgi romanındaki karakterler nasıl çizilir onu gösterecekler herhal diye düşünüp, bir anlık yıpranmıştım. Bu konuda kendimi suçlamıycam, google bile sadece flash yazıp görsellere tıklayınca zibil gibi flash resmi çıkartıyor.
Sonra tabi gitmeden önce bi bakayım dedim nedir bu Flash Fiction diye. En fazla 300 kelimeyle yazılan, çok kısa ve etkileyici hikaye demekmiş. Flash Ficion demişken, atölye çalışmasında da bahsi geçen  bir efsaneyi burda bitirmeye kararlıyım.  Bilmişlik yapıp ilk günden ortamı germeyeyim diye söyleyemedim, içimde kaldı. Hemingway'in yazıp sayesinde en kısa hikaye yarışmasını kazandığı rivayet edilen "baby shoes, never worn" (bebek ayakkabısı, hiç kullanılmamış) hikayesi efsanedir efenim.
Atölye çalışması iyiydi, insanlar da güzeldi peki ya dönüş yolu! "Atölye çalışması bitti, geldiğiniz için teşekkürler" lafını duyduğumda, engelli işçiyi azarlarken bir anda kameralarla göz göze gelen Recep Akdağ gibi güller açan yüzden tedirgin bakışlara jet hızıyla geçtim.
Duygu geçişi: temsili
Cebimden pare pare haritamı çıkarttım, ağlıyordu. Kanallar aştım, köprüler geçtim. Merkezden uzaklaştıkça sokaklar ıssızlaşmaya başladı. Hava karanlık, sokaklar ıssız, haritam ağlıyor. Bir ara, tam evin yerini gösteren sayfa kopup uçtu rüzgarda. Bu kadar çevik  reflekslere sahip olduğumu önceden bileydim şu an hayatım bambaşka olabilirdi. Eve çok yakın olduğumu hissediyor ama yönünü kestiremiyordum. En sonunda ıssız sokaktan bisikletli bir adam geçti, bisikletli misikletli dinlemeden durdurup yol sorayım ben buna derken, adam hakkatten tam benim önümde durdu. "Afedersiniz bayım.." diye adama yönelene kadar adam bisikleti yere attı koşa koşa duvar dibine işemeye durdu. Belki işedikten sonra cümlemi tamamlayabilirdim ve adamcağız güzel güzel yol tarif edebilirdi (haritayı tuta tuta!). Ama ben gecenin bir körü, ıssız sokakta, duvar dibine işeyen bir adama kayboldum denmeyecek bir dünyadan geliyordum. Anında bisiklete atlayıp başka bir bilinmeze doğru yola çıktım. Adamcağız da noolduğunu anlamamıştır büyük ihtimalle. Sadece arabaların geçtiği ıssız sokaklarda ilerlerken (ne dramatize ettim arkadaş, en kötü ara kocanı ver bir sokak ismi tarif etsin yolu sana, ama yok illa dram, illa atraksiyon!) o karanlığın içinden ak saçlı bir nene çıkageldi. Bir karış havada duruyordu. Yok la yok, hakkatten ak saçlı bir nene ama bisikletin üstünde gailesiz gailesiz evine gidiyordu. Durdurdum yol sordum. İngilizcesi zehir gibiydi maşallah. Tarif etti, iki sokak ötedeymiş bizim ev.

Ak saçlı nene temsili: "kafamız rahat dedik dinlemedin!"

Hiç yorum yok: