Amsterdam Halk Kütüphanesi: OBA

En son yazımızı yazalı bir yıldan fazla olmuş. İşin ilginci, bu süre içinde neredeyse hergün yazacak şeyleri biriktirip kafamda tasarladım. Canım arkadaşlarımın kavanozundan çıkan mesajlarıyla bir sürü şey yaptım, bunları anlatmak için bir sürü fotoğraf çektim. Bir dahaki yazıyı ne zaman yazarım bilmem
Efenim bu yazımız komple faideli bilgiyle dolup taşacak inşallah. Çalışmak için sessiz sakin yer arayanlar, kanal kenarında şehir manzaralı bir yerde oturup kitabını okumak ya da kahvesini içmek (eğer google translate'te 'reklamların zarif dili'ne çeviri yapılıyor olsaydı bu kelimeyi yudumlamak olarak çevirirdi) isteyenler, ya da paşa paşa çıkıp "bana bahaneye gerek yok, genel olarak kütüphane ve kitap seven bir insanım" diye itiraf eden naif dostlar gelin yamacıma. [Ben coşmaya gelmişim arkadaş ne kütüphanesi diyenler, evet evladım sen. Burası öyle böyle bir kütüphane değil. Turist geziyor yavrum kütüphaneyi. Sırf içinde turist gezen kütüphane diye bile turistik gezi yapılır. (Totoloji yaptığımı sanıyorsun amma yapmıyorum)] Bugünlük de ikna kabiliyetimin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Kalan sağlarla birlikte devam ediyoruz.


OBA (Openbare Bibliotheek Amsterdam) yani Amsterdam Halk Kütüphanesi Merkezde Central Station'ın hemen sağ tarafında büyükçe bir bina. Merkezde olması açısından, Amsterdam'a gelen herkesin yolunun düşebileceği bir yerde. Girişte sol tarafta bir piyano duruyor. Her seferinde o piyanonun başında bir kişi mutlaka oluyor ve bildiğiniz kütüphanenin içinde şahane canlı müzik dinleyebiliyorsunuz. İlk gittiğimde şansımıza bilen biri oturmuş diye sevindim. İkinci ve üçüncü seferlerde de aynı kalitenin devam ettiğini gördüğümde aşağıdaki videoda piyanonun yanında görünen tabelayı fark ettim. Tabelada bilen otursun yazıyordu. Garibim Dutch'lar da tabelaya sadık, hakkatten bilen oturuyor. Şimdi 'Sevim koş! katil geldi!!!' der gibi 'Türkiye'de olsaydı...nıç nıç nıç...insanımız...bilinçsiz azizim...' demiycem tabi ki de ama hepimiz elimizi vicdanımıza koyalım, hepimiz Süper Baba'yı çıkartabilecek kadar biliyoruz sonuçta...

En üst kat komple restorant, manzara güzel. La Place, fiyatlar öğrenci işi, yemekler lezzetli. Mevsim uygunsa terası açık. Bir diğer seçenek de kütüphane'nin ana girişinin hemen sağ tarafında bir adet Vapiano var. Kendisi franchise bir italyan restoranı, burda da fiyatlar öğrenci işi. Çalışan dimağları pizza, makarna ve tiramisu ile karbonhidrata doyuruyor. Kanala bakan uzun ince büyük bir balkonu var. Kütüphane'nin üst katındaki teras henüz açılmamışsa, hava güzelse ve yemeğinizi dışarıda yemek istiyorsanız burayı deneyebilirsiniz.

(Şimdi efenim Türkiye'deyken az dalga geçilmedi benle bu kütüphane mevzusunda. Etkinlik olarak arkadaşla dışarda buluşma mevzusunu oturtamamıştım bir türlü.( Burada sağolsun, bakkaldan iki bira kaptım geliyorum, evde misin? sorusunun gerçek hayatta bir karşılığı olmadığından, dışarıda buluşmanın raconunu da öğrendik mecburen) Kız arkadaşlarımla buluşayım, alışverişe gidelim, olmadı bir patisseriede oturup şirin, minik kekler yiyelim, bu işleri kıvıramıyordum. Arkadaşımı, çıkma teklif eder gibi arayıp bir de üstüne aklıma sadece "kütüphaneye gidelim mi?" demenin geldiği zamanlar oldu. Sağolsunlar beni kırmayıp kütüphanede buluşuyorlardı. Bu nedenle, burada Fransız arkadaş, arayıp da kütüphaneye gidelim mi diye sorunca şaşkınlıkla karışık bir sevinçle "ulaaann, demek ki böyle oluyormuş" demem ondandır.

Kütüphaneye gidelim mi Aysel?
Oba'nın bu giriş katında bilgisayarınızı alıp çalışabileceğiniz (internet yok, aman diyeyim) masalar, neredeyse her dilden okuyabileceğiniz çeşitli aylık dergi ve günlük gazeteler (Milliyet ve Cumhuriyet vardı niyeyse) geniş koltuklar, ve bir cafe var. Kütüphane'nin bu ilk katında sessiz olma şartı yok. İsteyen birlikte çalışıyor, isteyen telefonla konuşuyor. Ama makul ölçülerde, öyle harran gürran bir ortam değil. Farkli dillerden kitaplar üçüncü katta, küçük de olsa Turkce kitaplardan olusan bir bolumu var. Genellikle yurtdisinda yasayan Turk yazarlarin kitaplarindan olusuyor.

Gelelim kütüphane içindeki ilginç noktalara. Koltuk minderlerinden klübeler yapıp içinde garip bir mutluluk ve heyecanla oturmuş bir neslin mensubu olarak diyebilirim ki üst kattaki, şu garip gureba çalışma kabinlerinin içine yuvalanırken aynı zamanda içimizden "denizaltıymış burası meğersem" diye geçirebiliriz.




Kütüphane'nin ömür geçirilesi en tontiş yeri neresi diye soracak olursanız, derim ki en alt katı. En alt katta tam ortada kocaman bir cam vitrin içinde minyatür bir fare mahallesi var. kat kat evleri, dükkanları, matbaası,  laboratuarı(labarotuar,labratuar) laborotuarı, pastanesi ve fırınıyla  yaklaşık 3 metre uzunluğunda bir mahalle. Yamacında da mahallenin  detaylarını anlatan bir sürü kitap mevcut.






Gelelim en alt kata. Charlotte Perkins Gilman'ın Türkçe'ye Sarı Duvar Kağıtları diye çevrilmiş şahane bir kitabı var. İncecik, insan okurken hem şok oluyor hem de garip ve rahatsız edici anlatımının etkisinde kalıyor. Charlotte beni affetsin ama OBA tuvaletlerine giderkenki koca duvardaki sarı duvar kağıtları da beterin beteri varmış dedirtiyor. İnsanı tarifsiz duygu ve düşüncelere sürüklüyor. Duvar kağıdı kıllı olur mu arkadaş! böyle sanat olmaz olsun (kusura bakma melih gökçek hala senle aynı noktada değiliz) ama arkadaş bu nasıl bir zulümdür ya. Allahtan ecnebi memleketteyiz. Siyah ve kıvırcık versiyonunu düşünmek bile istemiyorum. 
o iç mimar şimdi kör oldu

Bu arada tuvalete girişte yanınızda bozuk bir 50 cent bulundurun.


Afrika masallari ve Tropenmuseum

En son yazımızı yazalı bir yıldan fazla olmuş. İşin ilginci, bu süre içinde neredeyse hergün yazacak şeyleri biriktirip kafamda tasarladım. Canım arkadaşlarımın kavanozundan çıkan mesajlarıyla bir sürü şey yaptım, bunları anlatmak için bir sürü fotoğraf çektim. Bir yıl önce yazılmaya başlanmış bir Amsterdam Halk Kütüphanesi yazısı bile hazırda bekliyor. Bir dahaki yazıyı ne zaman yazarım bilmem. Bugün doğum günüm ve resmi olarak 30 yaşındayım. Doğduğun yaş saylanmaz, öyle oldu böyle oldu diyerek kaçabileceğim bir durum da kalmadı. Tertemiz bir otuzla karşı karşıyayız. Neyse canım insanlar ne 40'lara 50'lere 60'lara giriyorlar da gıkları çıkmıyor (70'den sonra kafa rahatlıyor diye umuyorum). 30 yaş da çok ilginç, ağırlığını hissetmek, gereksiz duygusallıkla kendini bilmez gençlik arasında çok ince bir çizgide duruyor. Ama oturup düşünmek için çok nedenim var bir yandan da, nasıl söylenir bilmem ki, bunlarda biri artık hayatımın hiç bir anında yalnız olmamam. Şimdi bugünün şerefine kavanozdan bir kart çekiyorum. 


"Afrika'dan bir masal dinle ve "turn the world around"u dinle"
Biraz cheesy bir fotoğraf gibi dursa da doğumgünümüzün ilk hediyesi Afrika savanlarını temsilen.

Bir lamba cini edasıyla hemmen emredersin sahip diyor ve masalımızı dinliyoruz.

sonrasında ise turn the world around'u dinliyoruz.
Hemen şarkının ve videonun hikayesi için küçük bir wikipedia linkini vermeyi de ihmal etmiyoruz. 

 Susam sokağı ise bir tesadüf ve güzel bir nostaljiden ibaret.

Peki bu hikayenin Amsterdam'i nerede? Tabi ki de Afrika özlemi duyduğunuz her an gidip bir koşu ziyaret edebileceğiniz Tropenmuseum'da. Tropenmuseum için kabaca Tropikal ülkeler müzesi diyebiliriz. Hindistan'ından, Güney Amerikası'na pek çok kıtadan antropolojik öğeler barındırıyor. Bir bölmede kah eski bir Güney Amerika Şamanının heykelciğini görüyorsunuz, kah bir Afrika kabilesinden tören maskeleri, Pakistan'dan bir sokak sanatçısının eski kuklaları... 

Bu kostumleri giyenler regli olan kızlar için köy meydanında yapılan kutlamalarda kalabalığın ortasında dans ediyorlar. Devasa penisleri de izleyicilere sallayıp, izleyicileri penisleriyle döğüyorlar.  Kutlamalar civar köylerden eşli çoluklu çocuklu katılım eşliğinde 3 gün 3 gece sürüyor (Bu bilgiler tamamen gerçek).

Tabi sağolsunlar bizi de Tropik ülkeler arasında saymışlar. Türkiye bölümü de var. Orda da bizdeki müzelerdeki gibi yöresel kıyafet giydirilmiş cansız manken yerine Orhan Gencebay posteri falan görüyorsunuz. 
Tropikal halk müziği

Gündelik hayata dair o kadar ilginç ayrıntı hakkında fikriniz oluyor ki. Mesela en yakın ayakkabı boyacılarının sandıklarındaki ayak koyma yerine ya da chopsticklerinizi(her genç kızın çeyizinde mutlaka bir çift bulunur) koyduğunuz tahtalara benzetebileceğim (Sonra da neymiş biz Tropik değilmişiz. Elin oğlu zaten sana kibarlığından tropik diyor. Yoksa ne desin, yeryüzündeki tüm ilginçliklerin bir araya toplandığı üçüncü dünya ülkeleri mi koysun koskoca müzenin adını), farklı desenlerden ahşap oymalarıyla yastıklar...Herkesinki kendine özel olurmuş, bakımı cilası, oyması kakması düzenli olarak elden geçirilirmiş. Canım afro saçlara zeval vermesin diye sadece boyunlarının altına bu destekleri koyup uyuyorlarmış. Nerden nereye, ahşap yastıklardan fönlere maşalara ve hatta peruklara. Bu peruk meselesine de çok üzülüyorum bak. Saçları hergün düzleştirmekle uğraşmamak için, burda Afrikalı ya da Afrika kökenli diyelim daha güzel olur herhalde kafaları kazıtıp düz uzun saçlı peruklar takıyorlar. Halbuki ne gerek var anam bacım, "hepiniz de bir içim su gibisiniz ah bu kara düzen size bir çirkin dedi kendinizi bir daha güzel hissedemediniz" diyesim geliyor her gördüğümde. 

"Herşeye bu kadar şaşırmayın gülüm ya"
En önemlisi Hollanda'nın sömürgeci geçmişine dair çok fazla bilgi edinebilirsiniz. Bana en ilginç gelen iki şeyden biri Kolonilerden memelekete ziyarete gelen toprak ağalarının, hediye olsun diye kölelerine yaptırdıkları bezden bebekler, abidik gubidik çuldan çaputtan oyuncaklar. Her ziyaret öncesi kölelere diyorlarmış ki "şu kadar hediye yapıverin oraya özgü oyuncaklar, hediyelikler diye kaktırayım". Garibim köleler de oturup tüm yaratıcılıklarını ve hünerlerini kullanıp hediye uydurmuşlar işte. Bence tropiklik olmasa da hepimizin ortak bir noktası var. O da çağlar boyunca beyaz adamı idare etmek. He canım, he gülüm... Tabi burda Hollanda kültürel hayatının en derinlerine nüfuz etmiş ucuzcuktan hiç bahsetmiyorum bile. İkinci çok ilginç şey de köle taşıdıkları gemilerin krokileri. İşte o krokilerde tüm aydınlanmayı, rasyonel aklı ve modern insanı anlıyorsun. Eğitim hayatımız boyunca teorisini konuşup ettğimiz herşeyin somutlaşmış halini o krokilerde gördüm anacım. 








Mini macera: Sürpriz müzik kutusu

Uzun zamandır yazamıyordum. Çiçek festivalinden, Queen's Day'e, 1 Mayıs'a ve daha nice acayipliklere yazacak zibil gibi mesele birikti. Resmen sinsi gibi rapor ediyorum seni Amsterdam! En kısa ve naif hikayeyi anlatarak bir başlangıç yapıyorum. Efenim bir gün bisikletlerimizle merkeze doğru yol alırken Amstel Nehri üzerindeki, aşağıda internetten en afilli fotoğrafını bulduğum Magare Brug (İngilizce'de Skinny Bridge, Türkçe'de Sıska Köprü) adlı köprüden geçtik. Şimdi internetten en afilli fotoğrafı buldum dediysem, kendisine Hülya Avşar'ın Seda Sayan'ın geç dönem mayolu pozları muamelesi yapmayalım. Çıplak gözle farkedilebilen bir güzelliği de var köprünün. (Allahım şu an yukarıdaki örnekte, kadın bedenine şiddet uygulayan güzellik normlarını pekiştirdiğimi fark etmekle, benzetmenin photoshop çağrışımları ve skinny adına da uygunluğu dolayısıyla kullanmaktan vaz geçememek arasında gidip geliyorum. Seviyesiz bir geyik uğruna ne hayatlar yıpranıyor yarab!) Neyse dağınık bırakıyorum. 

Magere Brug
Bu köprü üstüne geldiğimizde (araba geçmiyor dostlar bu köprüden) köprünün ortasındaki korkuluklarda ufak çaplı bir kalabalık gördük. Kalabalığın ortasında da bir olta. Tabi ki de olay gören her Türkiye genci gibi o tarafa doğru yöneldik. Ben açıkçası daha önce şehir merkezinde  kanaldan, nehirden hiç balık tutulduğunu görmesem de biri balık tutuyor  ve benim gibi daha önceden böyle bir şey görmemiş diğer insanlar da hayırdır inşallah diyerek boklu dereden medet uman balıkçı zattın etrafında toplaşmışlar zannettim. Saniyeler içinde yazdığım dandik senaryoyla biraz daha ilerlediğimizde oltanın köprüden nehre değil, nehirden yukarıya doğru köprünün üzerine uzatılmış olduğunu gördük.  Oltanın ucunda da turuncu tahta bir clog (Tahtadan yapılan geleneksel Dutch ayakkabısı) sallanıyordu. Clog ne menem bir şeydir diye merak edenler grotesklikte sınırları zorlayan bir örneğini aşağıda görebilirsiniz.
Clog clog deyince biz de bir şey sandık, Hansel'le Gratel'in ayakkabısıymış ya bu
Bu edindiğimiz son bilgiyle birlikte saniyeler hatta saliseler içinde revize ettiğim yeni senaryoya göre bir an için bir çağdaş sanatla, efendime söyleyeyim bir enstelasyonla mı karşı karşıyayız acaba diye düşündüm. Köprünün altında bir kayıkta, "Asıl siz! Evet siz, evrim geçirip yüzgeçlerinden olan memeliler! Birer balık sürüsüsünüz! Hayatınız oltaya gelmekle geçiyor!" mesajını vermek isteyen, ten rengi ya da siyah (domino desenli de kabülüm) tüm vücudunu saran (kafa dahil) tek parça bir tayt giymiş, işini ciddiyetle yapan bir sanat emekçisi  göreceğimden emin gibiydim.

Farklı renk ve model seçeneklerimiz de mevcut, biraz beklerseniz çocuk depodan getirsin abla.
(Resmen ekmeğime yağ sürülsün istiyorum içten içe ha. Böyle şeyler göreyim de gelip burda "Bunlar hep arpa fazlalığından, nıç nıç nıç" deyip kafamı yana doğru döndüreyim, muhtar emmiye bağlayayım istiyorum. Yandan yandan gülerken de kasketimin önünü düzelteyim istiyorum resmen.) Ama derseniz ki "içinde tek parça vücut taytı (sen koru yarabbi harflerle temsili bile çirkin) olan çağdaş sanat performansında geleneksel tahta ayakkabının ne işi vardı bello allasen, anadolu rock mı sandın sen bunu!" ben de size içimdeki ellerini oğuşturan muhtar emmiyle muhattap olun, beni karıştırmayın derim.

Tövbeler tövbesi
Neyse efenim, bir kaç adım daha ilerlediğimizde (Köprü köprü değil Tsubasa'nın halı sahası!Oltanın önce dumanı, sonra direği...) kafamda yarattığım asabi ve taytlı performans sanatçısı yerine, naifliğiyle günümüzü şenlendirecek olan beyaz saçlı, yaşlı bir adamla karşılaştık. Yaşlı adam, içine envai çeşit müzik aleti doldurduğu bir kayığın içinde yukarıya doğru biz köprüdekilere bakıyordu süpriz yumurta gibi. Köprüye doğru uzattığı oltasının ucundaki clogun içine (yav clog clog deyip durma artık! zaten az önce google a "dutch shoes" yazıp adını yeni öğrenmiş insansın!) .evet. Tahta ayakkabının içine koyduğu hatıra kartlarını insanlara verirken üç beş para topluyordu.



Biz bu rengarenk kayığı ve içindeki ak saçlı dedeyi izlerken dede oltasını topladı ve gösterisine kaldığı yerden devam etti. Bir yandan eline ne geçerse çalıp müzik yapıyor bir yandan da habire dümeni çevirip kayığıyla kendi etrafında dönüp duruyordu. Başlı başına  su üstünde bir müzik kutusuydu.


Fotoğraflardan çok anlaşılmıyor gerçi. (yok ya şimdi bir daha baktım da gayet anlaşılıyor aslında) Ama puslu, soğuk ve gri bir Amsterdam gününde oyuncak gibi rengarenk bir amcayla karşılaşmak gerçekten sürreel  bi sürprizdi.



Bir kaç saniyelik sevimli bir görüntüsü var gösterinin ama hain bloggera nedense yükleyemedim bir türlü. Artık yavaş yavaş oluşmaya başlayan küçük çaplı hayran kitlemiz de (takribi 1 kişi) yazı isterük diye bastırınca yazıyı yazayım da video belki arkadan gelir dedim, hikayeyi saldım ortama.

p.s. Sebat edip yazıyı okuyan cefakar insanlar için küçük bir de anektod; bu köprünün tam ortasında tepede bulunan hoperlör (hoporlör, hopörlör) aporlörlerden tok bir erkek sesi Hollanda'ca ve İngilizce bir şeyler anlatıyor. Biraz dinleyince Van Gogh'dan bahsettiğini anladık. Belki sürekli değişiyordur anlatılanlar. Yolunuz bu köprüye düşerse etrafı izlerken ya da köprü altındaki oyuncaklı amca buralarda mı diye bakınırken aynı zamanda da apörlölere kulak verip genel kültürünüzü geliştirebilirsiniz. 

Mezrab

Bu akşam çok acayip, arayıp da bulamadığım ortamlara girdik. Böyle de deyince beklentiler bi yükseldi.
-Abi karanlık bi hangara giriyosun...
-Eee?
-Kim kimi yalarsa, öyle düşün!

Akşam bisikletlere atladık yola çıktık.(Bi yandan da bunu dinleyelim de ambiyansı kaçırmayalım)  Limandan limandan gidiyoruz, arkadaşlarla gideceğimiz yerde buluşucaz. Ama nasıl bir soğuk var anlatamam. Bir ara gerçekten eldivenin içindeki parmaklarımı hissedemedim. Abartmıyorum, bok yoluna dondu kopacak parmaklar diye tribe girdim. Garibim benim adam çıkarttı kendi eldivenini verdi zorla. (Kafa rahatlığını daha ön planda tutuyor sanırım) Bahar ayı için çok mantıksız bir ayaz ama. Yağmur çiseliyor bi yandan. İçimden böyle aşkın ızdırabına! falan diyorum. Neyse en nihayetinde kayıkların, takaların, canlı balık kokularının arasından bata çıka ulaşmaya çalıştığımız yere vardık. Limana bakan sıra sıra bitişik binalardan birinin bodrum katına doğru merdivenlerden inmeye başladık. Tavan biraz alçaktı. İçeriden kahkaha sesleri ve daha önce hiç tatmadığım bir çorbanın kokusu geliyordu. Merdivenlerin sonundaki iki kanatlı kocaman kapıyı iterek açtık. İçerisi çok kalabalık ve loştu. Bazı insanlar oraya buraya serpiştirilmiş üçlü, ikili, tekli koltuklarda oturuyordu, bazıları sandalyelerde, bazıları yerde ama çokça insan ayaktaydı. Girişte bir çorba kazanı kaynıyordu. Tüm bunların ortasında ayaklı, uzun, turuncu bir abajurla aydınlatılmış küçük bir alan vardı. Abajurun yanında ahşap bir sandalye ve onun yanında da üzerinde küçük bir tef olan küçük bir sehpa vardı. Duvara dayanmış büyükçe bir bendir duruyordu sandalyenin diğer yamacında. Ortadaki bu küçük aydınlık sahneye yüzleri dönük, yerde oturanların dışında kimsenin suratı seçilmiyordu. Herkes birer kara silüetti. Kara kara silüetlerin arasına gizlenmiş kara kara silüetlerden ibarettik biz de. Daha önce hiç tatmadığımız çorbayla henüz parmaklarımızı ısıtırken, yerde oturanların arasından yaşlı bir adam yavaşça ortadaki loş turuncu ışığın altına girdi. Herkes kara kara ona baktık. Sandalyeye oturdu. Ve bize hikayesini anlatmaya başladı.


Bana masal olsun, hikaye, karagöz olsun, fantastik kuntastik  olsun, daha da bir şey istemem şu hayattan. Mezrab, hikaye gecelerinin düzenlendiği, liman kıyısında alçak tavanlı bir bodrum katı. Bana gerçekten gerçek dışı geliyor böyle bir yerin varlığı. Yaklaşık 50-60 kişi, çoğunlukla gençler oturup birbirlerine masallar anlatıyorlar, birbirlerinin masallarını dinliyorlar. Çoğu günler hikayeler İngilizce anlatılıyor. İran'lı bir aile işletiyor burayı. İşletiyor dediysem giriş ücretsiz. Anne çorba yapıyor. Kendisi İngilizce bilmiyor ama çorba kazanının arkasından Farsça şarkılar söylüyor. Babanın da sesi güzel, o da katılıyor arada. Verilen aralarda çay, bira satın alabiliyorsunuz. Her isteyen gelip hikayesini anlatabiliyor burda. Hikaye anlatanlar gerçekten ve açık kalplilikle dinleniyor. Sonrasında isteyenler müzik de yapıyor. Bazen de ikisi birden oluyormuş ama onu dinleyemedik daha. Koca bir piyano var karanlık köşelerden birinde, 15 dakika aralarda mutlaka dinleyicilerden biri başına oturup bişeyler tıngırdatıyor.  Ailenin oğlu Mezrab'ın asıl meddahı. Hikaye anlatıcılarını sahneye çağırıyor, bazen kendisi hikayeler anlatıyor, 15 dakikalık aralarda çay dolduruyor. Mezrab, Farsça'da mızrap demekmiş. Ama kelime, bana her duyduğumda insanların ve hikayelerin değiş tokuş edildiği bi mezatı çağrıştırıyor. Yok efendim farklı kültürler, vay efendim kültürlerin kaynaşması bıdıbıdısına gerek yok. Bu devirde bir kişiyi bir kişinin hikayesini dinlerken görmek mucize, burda bence bir mucize gerçekleşiyor. İster başkalarınınkileri dinlemek için, isterse hikayenizi anlatmak için gidin yolunuz düşerse.


                    
İlk Mezrap'ı anlatan kısa bir tanıtım videosu. O zamanlar müzisyenler bir araya geliyormuş sanırım. Mekanla birlikte içerik de değişmiş. Bu yazıyı yazarken ilk başta bi çekindim. Yahu zaten tıklım tıkış ortam bi de burdan reklamını yapmayayım dedim. Sonra bi titredim ve kendime geldim.

Amsterdam'da nasıl bedava eşya bulunur

Bugün lafı çok dolandırmadan hakikatten işe yarar bir kaç bilgi vereyim de gönüller bir olsun. Tüm evinizi bedavaya döşemenin iki yolunu anlatacağım, gelin yamacıma. Amsterdam'da ikinci el eşya gündelik hayatın çok fazla içinde. Sürekli bir eşya sirkülasyonu var. Dünyanın en uzun boy ortalamasına sahip milleti, malumunuz yer darlığından daracık minicik evlerde yaşıyorlar. Bir de kozmopolit şehir geleni gideni bol. Bu nedenle eğer Amsterdam'a taşınacaksanız evi nasıl döşeyeceğiz diye kara kara düşünmeye gerek yok. İlkin marktplaats'a bir bakın. Burada ev eşyasından arabaya her türlü ikinci el eşya bulmak mümkün. Fiyatlar genellikle uygun. Yalnız, daha önce de belirttiğim gibi askı meselesi hala bir muamma. Askılar pahalı. Askılar pek kıymetli. Neyse bunun yanı sıra bir çok bedava eşya bulabilirsiniz bu siteden. Eski evler, özellikle de merdivenler çok ama çok dar olduğundan her eski evin çatısında  birer kanca ve makara görebilirsiniz. Bu evlere eşyalar, makara ve halatlarla evin dışından çıkartılıyor ve pencere ya da balkonlardan eve sokuluyor. Yeni binalarda merdivenler daha geniş. Eski usul sırtlanıp çıkartılabiliyor eşyalar. Eşyasını yenileyecek ya da taşınacak bir çok insan, eşya taşımakla uğraşmak istemiyor. "Allahını seven gelsin şu koltuk takımını alsın götürsün!" diye bedava eşya ilanları veriyorlar bu internet sitesinden. Bedava eşya ilanı gördüğünüzde -ki "gratis" buradaki sihirli sözcük- ilan sahibinin diğer ilanlarına da bakın. Bazıları tüm evi gelin toplayın bile diyebiliyorlar. Bir de buradaki ilanlara bakarken, acaba ne çakallık var işin içinde, eciş bücüş şeyleri boşuna sırtlanıp taşımayalım diye düşünmenize gerek yok. İster bedavaya versinler ister belli bir ücret karşılığı, insanlar söz konusu eşyanın en ufak defosunu, söküğünü, kırığını ilanda belirtiyorlar. Kötü sürprizlerle karşılaşmazsınız yani, merak etmeyin.Siteden bahsetmişken şu bilgiyi de vereyim, bazı ilanlarda fiyat belirtilmemişse ve de gratis ibaresini de görmediyseniz, o demek oluyor ki eşya sahibi bir fiyat biçememiş açık arttırmaya çıkartmış eşyaları.                    

           

İkinci olarak, eşyaları evden çıkartmaya üşenmeyen insanlar da, artık kullanmak istemedikleri eşyalarını evlerine en yakın çöp kutularının yanına bırakıyorlar. Çöp meselesi gözünüzü korkutmasın. Her bir konteynır maaşallah bir adet Sermet Erkin! Minik minik konteynırların oval kapaklarını açıyorsunuz, çöpünüzü koyuyorsunuz, kapağı kapatıp bir daha açtığınızda abrakadabra! çöpünüz çoktan yok olmuş. Yani insanlar eşyalarını çöpe bırakıyor dediysek, ortada bir çöp yok. Aynı zamanda da, götü yere yakın olandan korkulur söz konusu bu çöp kutuları için. Kendileri küçük ama bir o kadar da yerin altında var maşallah. Belediye haftada bir gelip, bu minik çöp kutularını yerlerinden söküyor ve altlarındaki dev çöp kutularını boşaltıyor. Büyükşehir çalışıyor! Ama Salı günleri. İşte burası da işin püf noktası. Çöpler Salı günleri toplandığı için, insanlar kullanmadıkları eşyaları haftanın her günü dışarı çıkartmıyorlar ortalık dağılmasın diye. Herkes resmen bize ilkokulda aşılanmaya çalışılan "herkes kendi evinin önünü süpürse hayat bayram olur" felsefesini benimsemiş.Neyse bu nedenledir ki insanlar ya Pazar geceleri ya da Pazartesi sabahları eşyaları en yakın çöp kutusunun yanına koyuyorlar. Ben şimdiye dek kullanılmayacak durumda, çok eski ya da kırık dökük eşya görmedim. Pazar gecesi ve Pazartesi sabahları sokaklarda yürürken gözleri açık tutmak gerek. Buranın insanı neredeyse doğduğundan beri bisiklet üstünde olduğundan, ihtiyacı olan bir şey gördü mü affetmiyor. Koca koca kitaplıkları koltukları sırtlanıp bir yandan da bisiklet sürebiliyorlar.



(Biraz sonra anlatacağım hikayedeki ruh halimi görmek isterseniz 0:15-0:19. saniyeleri izleyebilirsiniz)

Bir pazartesi sabahı bisikletle etrafta dolaşırken bir sürü eşyanın arasında tam ihtiyacımız olan çok şirin ahşap bir sandalye gördüm. Lakin, çöpten eşya almak falan bambaşka bir sosyal kod Türkiye'de. İnsan bir haftada kafasındaki şablonları değiştiremiyor. Ama sandalye de pek güzel, ev yakın, tamam sandalyeyi sırtlanıp bisiklete binip eve gidecek kadar hakim değilim ortama ama taşımanın bir yolu da bulunur. Kedi gibi uzaktan kesiyorum çöpü. Bir yandan "yahu herkes Dutchlığına bakmadan sırtlanıp götürüyor, sen neyine utanıyorsun!" diyorum ama elim gitmiyor. O sırada olanca Dutchlığıyla bir abla geldi, bisikletinden indi, eşyaları karıştırıyor. O saniyeden sonra o sandalye bir kıymete bindi arkadaş! Resmen çocuk gibi, "ulan ilk ben gördüydüm allahsızlar!" diye isyan edesim var. Durup dururken, sabah sabah bir sandalyeden ötürü çektiğim ızdıraba, iç hesaplaşmaya bak arkadaş. Neyse ki sadece komidine ihtiyacı varmış. Sırtlandı koca komidini yoluna devam etti kadın. Hemen fitifiti çöpe yanladım, sandalyeyi yokladım, sapasağlam. Şaban gibi içimden "ennayii leblebisii" falan diyorum. Bir elimde sandalyeyi tutup diğer elimde gidonu tutup, bisikletin üstünde dengede kalma teknolojisi henüz gelişmedi bende, normal yürürken bile dengemi zor kuruyorum. O yüzden o işe hiç teşebbüs etmedim. Sandalyeyi koydum bisikletin arkasına. Elimde bisiklet iki sokak ötedeki eve giderken bile 5 defa falan düşürdüm sandalyeyi. Ama yılmadım. Hayatımda ilk defa bu kadar net bir beleşe bir şey kazanmanın zafer sarhoşluğuyla eve ulaşabildim. [Ne kadar küçük bir dünyam var lan benim! Hayır sevimli ögeler de içermiyor ki Amelie'likten yutturalım. Anca Şabanlık]

p.s: Sermet Erkin'e saygımız sonsuz, onu belirteyim de şeyolmasın.

Amsterdam'da 8 Mart

Bugün biraz yoğun geçti. En başta oturum kaydı için mıhtara gittik (o meseleyi ilerleyen günlerde etraflıca inceleyeceğiz). Sonraki ilk hedefim Türkiye'den ortak bir arkadaş vasıtasıyla birbirimizden haberdar olduğumuz bir arkadaşla buluşup Dam Square'deki (Amsterdam’ın ana meydanı) 8 Mart, kadınlar günü eylemine gitmekti. Aslında, Türkiye'deyken katıldığım 8 Mart yürüyüşleri biri ikiyi geçmez, lakin burdaki politik atmosferi de merak eder deli gönül. [Dam Square, Amsterdam'ın merkezi. Madam Toussote müzesi de hemen bu meydanda.(O meseleyle de ilerleyen günlerde ilgileneceğiz)] Şimdi eylem dediysem, bunu bir toplaşma ya da kutlama olarak da tanımlayamayacağımdan ötürü. Yoksa eylem falan hak getire. Neyse elimde allahlık bir harita yaradana sığınıp atladım bisiklete. Beynimin sadece zaman değil yer-yön algısının işlendiği bölümü de olmadığından, görsel hafızamla hayatta kalarak geldim bu yaşlara. Elimdeki harita belli bir noktaya kadar çaresiz hissetmememi sağlasa da we trust in görsel hafıza! Arkadaşla "Waterlooplein" metro istasyonun çıkışında buluştuk. Burda da büyükçe bir pazar vardı (Bu konuyla da bir ara ilgileneceğiz) Sonra bisikletler elde ara sokaklardan yürüye yürüye, döne dolaşa meydana ulaştık. Bu ayrıntı önemli çünkü, dediğim gibi Hansel'le Gratel misali, her gördüğüm şeye bir ekmek kırıntısı atıp, dönüş yolumu bu kırıntıları toplayarak bulan insanım. Ama  kalabalık ana caddelerden kaçıp sakin ara sokaklardan yolumuzu bulalım derken bi noktadan sonra bi baktım, etrafa bakmak hak getire. Yeni tanıştığım bu güzel arkadaşla muhabbet ede ede onu takip ediyorum. Bu durumu farkettiğimde bir baktım, "yav bu şato gibi bina da ne ola, şurdaki pisiklet de iyiymiş hacı" derken bi yandan da o ekmek kırıntılarını kayıntı yapmışım kaygısız kaygısız çerez niyetine yiyorum. O an tek başıma çıkacağım eve dönüş yolculuğunun nasıl bir macera olacağını düşünüp bir an için titredim. Neyse bir şekilde bu yaşa gelmeyi başardıysam bu saatten sonra da evin yolunu bulurum herhal diyerekten iyice saldım gitti. Arkadaş 7 yıldır burda yaşadığından, önceden uyarmıştı, öyle büyük bir kalabalık bekleme diye. "Ama arkadaş, koskoca Amsterdam'dan bu kadar mı insan toplaşmış!" diye geçirdim içimden. Toplasan 50 kişiyi geçmeyen bir insan topluluğu çember olmuş, kalabalığın yarısı Türkler, Kürtler ve İranlılar. (İran komünist partisi pankartlarının da topyekün erkek üyeler tarafından tutulması da gözümden kaçmadı.) Megafonla sırasıyla orda bulunan 6-7 topluluğun temsilcileri konuştu. Flemenkçe olduğundan pek bir şey anlamadım, arkadaş sağolsun çevirdi biraz konuşulanları. Temel olarak göçmen kadınların sorunlarına değinildi diyebilirim. 
"Allah kafamızdakilere zeval vermesin"
Tamam şunu kabul ediyorum, çok kısıtlı gözlemlerime dayanarak söyleyebilirm ki burda kadınlar Türkiye'ye göre daha özgür. Geçenlerde gecenin köründe bir ara sokaktan eve dönüyoruz. sokağın bir ucunda da bir kaç kişi var. 15-16 yaşlarında genç bir kadın bisikletle gidiyor. Arkasında da iki zırtlan oğlan, "telefon nummer" falan gibi şeyler söylüyorlar. Zırtlan gibi, kızcağızı aralarına almışlar peşinden bağırış çağırış yürüyorlar. İlk başta, "gençler bir durum mu var?!" diyesiye oldum, baktım herkes rahat, kızcağız, pedala kuvvat kaçmıyor, rahat rahat, numarasını mı söylüyor artık zwei, drei gibi bişeyler diyordu, rahat rahat muhabbetini ediyor, bir yandan da evine gidiyor. Ortadaki tek sıkıntı zırtlan oğlanların o soğukta evelerine ya da kalacakları yere yürüyerek geri dönecek olmaları gibi gözüküyordu. (O an için bunu da pek düşünecek durumda değillerdi) Neyse sonuçta, Türkiye'de yaşansaydı en iyi ihtimalle tatsız bir anı olarak anılabilecek bi durum, burda benim adam da dahil olmak üzere, ortamda bir tek beni geriyordu. Amma velakin, 8 Mart dediğimiz gün, aslında düşük ücretlere ve çalışma koşullarına karşı verilmiş mücadeleleri de kapsayan bir gün değil mi arkadaş. Kapitalizmin kendine içkin eşitsizlikleri burda yaşanmıyor ya da hissedilmiyor demek; ben ülke değil, aynı zamanda farketmeden boyut da değiştirmişim, Alice harikalar diyarında takılıyorum anlamına geliyor. Henüz şapkadan bir tavşan da çıkamdığına göre. Bu konuda gözüm üstünde Amsterdam. Bakalım 1 Mayıs'ı da görelim de sonra sana laflar hazırlıycam. 




Neyse, bir süre meydandaki gösteri, eylem, artık neyse ona katıldıktan sonra arkadaşla ayrıldık, bugünün ikinci hedefi olan "English Book Strore"a doğru yol bulma macerama kaldığım yerden devam ettim. Ben deniz bir yandan da çizim yapan, ekmek parasının bir kısmını bu şekilde kazanan bir insanım. Türkiye'deyken yaptığım araştırmalar sonucu (aç: google, yaz: children's book illustrators Amsterdam, tıkla, bunu değişik kelimelerle bir kaç defa yap) çocuk kitapları yazar ve çizerlerinden oluşan bir grup  buldum Amsterdam'da (resmen kendimi şanslı hissediyorum butonu). Her ayın ikinci cuması buluşup çeşitli workshoplar düzenliyorlar. 8 Mart da o günlerden biriydi. Zar zor etkinliğin yapılacağı kitap dükkanını buldum. Bu sırada bir yandan soğuktan akan burnumu silmeye çalışırken bir yandan da elimdeki haritayı cebime sokmaya çalışırken harita bir ara "yetti canıma!" demiş olabilir. Dememişse soğuktan uğuldayan kulaklarımın yalancısıyım. Bu dükkan, sıcak sevimli bir ortam, hatta benim için fazlasıyla sevimli. O hengamede kitapları incelemeye fırsat bulamadım, ama yolum bir daha düştüğünde bakıcam mutlaka. Burda yaşayan Yunanlı arkadaşların rivayet ettiğine göre(bak hala Yunanlı diyor!), çok ucuza İngilizce kitaplar bulunurmuş burda. Şimdilik bunu aklımızın bir köşesine yazalım. Neyse, gittiğim etkinlik "Flash Fiction Workshop"u diye geçiyordu. Açıkçası, Türkiye'deyken bu etkinliğin ilanını ilk gördüğümde, olanca cahilliğimle Flash çizgi romanındaki karakterler nasıl çizilir onu gösterecekler herhal diye düşünüp, bir anlık yıpranmıştım. Bu konuda kendimi suçlamıycam, google bile sadece flash yazıp görsellere tıklayınca zibil gibi flash resmi çıkartıyor.
Sonra tabi gitmeden önce bi bakayım dedim nedir bu Flash Fiction diye. En fazla 300 kelimeyle yazılan, çok kısa ve etkileyici hikaye demekmiş. Flash Ficion demişken, atölye çalışmasında da bahsi geçen  bir efsaneyi burda bitirmeye kararlıyım.  Bilmişlik yapıp ilk günden ortamı germeyeyim diye söyleyemedim, içimde kaldı. Hemingway'in yazıp sayesinde en kısa hikaye yarışmasını kazandığı rivayet edilen "baby shoes, never worn" (bebek ayakkabısı, hiç kullanılmamış) hikayesi efsanedir efenim.
Atölye çalışması iyiydi, insanlar da güzeldi peki ya dönüş yolu! "Atölye çalışması bitti, geldiğiniz için teşekkürler" lafını duyduğumda, engelli işçiyi azarlarken bir anda kameralarla göz göze gelen Recep Akdağ gibi güller açan yüzden tedirgin bakışlara jet hızıyla geçtim.
Duygu geçişi: temsili
Cebimden pare pare haritamı çıkarttım, ağlıyordu. Kanallar aştım, köprüler geçtim. Merkezden uzaklaştıkça sokaklar ıssızlaşmaya başladı. Hava karanlık, sokaklar ıssız, haritam ağlıyor. Bir ara, tam evin yerini gösteren sayfa kopup uçtu rüzgarda. Bu kadar çevik  reflekslere sahip olduğumu önceden bileydim şu an hayatım bambaşka olabilirdi. Eve çok yakın olduğumu hissediyor ama yönünü kestiremiyordum. En sonunda ıssız sokaktan bisikletli bir adam geçti, bisikletli misikletli dinlemeden durdurup yol sorayım ben buna derken, adam hakkatten tam benim önümde durdu. "Afedersiniz bayım.." diye adama yönelene kadar adam bisikleti yere attı koşa koşa duvar dibine işemeye durdu. Belki işedikten sonra cümlemi tamamlayabilirdim ve adamcağız güzel güzel yol tarif edebilirdi (haritayı tuta tuta!). Ama ben gecenin bir körü, ıssız sokakta, duvar dibine işeyen bir adama kayboldum denmeyecek bir dünyadan geliyordum. Anında bisiklete atlayıp başka bir bilinmeze doğru yola çıktım. Adamcağız da noolduğunu anlamamıştır büyük ihtimalle. Sadece arabaların geçtiği ıssız sokaklarda ilerlerken (ne dramatize ettim arkadaş, en kötü ara kocanı ver bir sokak ismi tarif etsin yolu sana, ama yok illa dram, illa atraksiyon!) o karanlığın içinden ak saçlı bir nene çıkageldi. Bir karış havada duruyordu. Yok la yok, hakkatten ak saçlı bir nene ama bisikletin üstünde gailesiz gailesiz evine gidiyordu. Durdurdum yol sordum. İngilizcesi zehir gibiydi maşallah. Tarif etti, iki sokak ötedeymiş bizim ev.

Ak saçlı nene temsili: "kafamız rahat dedik dinlemedin!"

7.gün; Hain Kereviz

Şimdiden uyarayım bu gün Amsterdam namına tek faideli bilgi: Kerevizler kafam kadar.

Bu sabah 9 civarıydı. Öğle yemeği geldi aklıma,dedim kereviz yapayım. Yemeğin içine bir avuç nohut koyucam ama koymaya korkuyorum. Pişmeyecek allahsızlar,biliyorum. Dedim saat daha erken, ben bunları haşlamaya başlayayım, yaklaşık 3 saat önceden falan bir avuç nohutu kaynatmaya başladım (bir gece önceden ıslatma teknolojisi daha bende yok, akşamdan yarın nasıl beslenecek bu bünye diye düşünemiyorum hala, o anne duyarlılığından eser yok) Şaka maka yemek tarifi veriyorum burdan. Yemek de kereviz, artiz bişey de değil. Bu bloğu okuyan ağlar! Şehir ne menemmiş diye bakan kerevizi görür kaçar, kerevize gelen Amsterdam ne alaka diye uçar yuvadan. Böyle böyle deliler evine çeviricez buraları inşallah. Neyse , bir kereviz yapayım dedim arkadaş kereviz kereviz değil dünyamızı ele geçrimeye çalışan kafam kadar bir yaratık . Cebelleştim resmen hayvanla(bitki değil hayvan!).
(Kerevizi merak edenler için: Billy Ocean'ın Loverboy klibinin 3.05. saniyesinde kerevizin bizzat kendisini görebilirsiniz)



Lover Boy [Billy Ocean] door xcuiraptor

Orijinal Jabba yanında kainat güzeli kalır.Yarısını doğrayabildim bir tencere yemek oldu. Doğradım ama hala canlılığından bi şey kaybetmemişti. Diğer yarısını kaldırdım artık, bunla da uğraşamıycam artık diyerek. Zaten uğraşsam o kadar büyük tencere yok ki evde. Üç beş patates, üç de geldiğimden beri dolapta bizden bir cacık olmaz diye birbirlerine sığınmış minik havuçlar vardı. Her biri küçük parmağım kadar onları da doğradım gitti. Nohutlar hala kaynamamıştı. Sizin gibi hububat olmaz olsun diyerek aldım artık tencereden. İşte tencereye yağ koydum(hala yemek tarifi veriyorum çaktırmadan) Nohutları hunharca  haşlamaya çalışırken sonuna kadar açmış olduğum büyük ocak sinsice beni beklermiş meğer. Hafif suyla karıştırdığım salçayı tencereye atmamla tek adımla mutfaktan salona zıplamam bir oldu. Havai fişek gösterisi ama mutfak batıyor! Mutfak zaten evin 3/2si. Ev elden gidiyor a dostlar! Ya allah diyip -önceden hazırlamış olduğumuz nohut, kereviz, battis ve havuç karışımımızı- tencereye attım. İşte kerevizin hala canlı olduğunu orda anladım. Hala direniyor. Böyle son nefesine kadar mücadele eden bir ejderhanın sesi yankılanıyor evde. Son darbeyi üzerine döktüğüm suyla vurdum. Son vööaarrghh çığlığını attı ve aramızdan ayrıldı. Kerevizle bu kadar cebeleştikten sonra bi moralim bozuldu. Arkadaşlarım yanımda olsa omuzlarında ağlarım o derece. Kavanozdan bi kart çektim. Çeke çeke manyak iş arkadaşımın yazdığı iki üç karttan birini çekmişim. “sokağa bak ve hiç hayvan olmadığını görüp üzül” yazıyordu. (Moral kavanozunda insan üzüyor adam!) Üzgünüm dostum ama hayvanın hası mutfakta. Pencereden de baktım parkta zibilyon tane hayvan var! Ördekler vaklıyor an itibariyle. Ama bu kart sayesinde, leblebi gibi sevap points kazanacağımız bir alışkanlığımız oldu. Artık ekmek artıklarını biriktirip, ördek beslemeye gidiyoruz benim adamla.
Buraya kadar okuyan cefakar insanlar için minik de olsa faideli bir bilgi vermek boynumun borcu: buranın elma ve patatesleri çok lezzetli dostlar, aklınızda bulunsun.