4.gün; Çeşit çeşit insan var

Amsterdam’daki 4. günümde dikiş-nakış gününe davet edilmiştim. Hayırdır inşallah deyip gitmeye karar verdim. Yanımızdaki malzemelere bakıyoruz:

1-tam olarak ne işe yaradığını anlamadığım uzunca bir telle birbirine bağlanmış kısa iki şiş
2-bir tığ
3-ve Türkiye’deyken pazarda 1 liraya satılan keten bezinden bakliyat koyma torbaları.
(O zaman “çanta neyim bişey yaparım bundan hem de bir lira alsam mı ki?” diye düşünürken yanımdaki teyze birer birer hepsini toplamaya başlayınca “anam bana kalmayacak!” diye panikle almıştım 5-6 tane . Sonrasında niye bilmiyorum benimle birlikte taa buralara kadar geldiler.Neyse işte varmış bir hikmeti!)

Eldeki bu malzemelerle tanımadığım insanlarla dolu, örgü ve dikiş gününe doğru yola koyuldum.(gerçi Vietnamlı’yı tanıyorum artık, en azından pazarda kurulmuş bir hukukumuz var.) Ev sahibi Fransız, 2 Vietnamlı, bir Makedon, bir Alman bir de bendeniz.[Laz fıkrasına dair espri yapmaya gerek yok] Yüksek ve dar merdivenleriyle şirin bir Dutch evi. Küçük bir salonda 6 kişi, kimimiz örgü örüyor, kimi bir şeyler dikiyor, kimi nakış işliyor. Ortada ev sahibinin dünyanın çeşitli yerlerinden toplanmış kumaşlarının olduğu büyükçe bir kutu.Kadıncaaz bi de hepsini güzel güzel katlamış etrafılarına ince kumaş kurdele geçirmiş, iğnelemiş falan, resmen talan ediyoruz. Sanırsın çok acayip işler çıkacak iki drape attırıp overlok geçicez etraflarından.(burada  dikiş nakış jargonuna dair kelime dağarcığımın sonuna gelmiş bulunmaktayız) Hatta Alman arkadaş, Almanlığına bakmadan 4 şişle birden bir eldiven örüyor. Dilim döndüğünce, "Karadeniz’de dedeler çorap örer böyle" demeye çalıştım ama pek bi anlamı olmadı."Yaah?" gibi bi karşılık aldım.
Biraz sevgi seline ne dersiniz tontişler!

Ev sahibi ince hamurun içine dizilmiş ve fırınlanmış elma dilimleriyle elma tartları yapmış.Asıl adı tarte aux pommes imiş. Ben börek götürdüydüm. 4 şişle örgü ören Alman hurma getirmiş(Alman gözüm üzerinde). Öyle börek çörek ortamları. Ev sahibi Fransız olunca bildiğin memleket ezgileri de Yann Tiersen oluyormuş. Amelie soundtrack say sağ baştan! Huşudan huzurdan damağıma karamel yapışmış gibi bir hissiyat geldi bana bi ara. Aslında o hissiyatın bir kısmının temel nedeni benim adamın, "canım bak şimdi kursa falan gidiyolarmış, sorarlarsa öle ben dikiş dikmeyi biliyom falan deme" cümlesini çok ciddiye alıp içinde “biliyor musun?” geçen bütün sorularına "kattiyen bilmiyorum", "vallaha da ilgim yok" diye cevap vermem. Bildiğim de atla deve değil de bi Vietnamlı 10 dakika boyunca göstererek ilmek atmayı öğretince içim bir fena oldu.bayılayazdım. Hayır geri de dönemiyorum sözümden. Takribi bir, bir buçuk saat boyunca ilmek attım sonrasında "ay çocuk çabuk öğreniyo, kafalı maşallah" nidalarıyla ben de kendimce işe koyuldum. Sessiz sessiz Yann Tiersen eşliğinde, elmalı tartlarımızdan yiyip, dikiş nakış yaptık.Bir de Fransız tüm bunların üstüne “bugün büyükanneler günü Fransa’da. Orda olaydım bunları annem ve büyükannemle yapacaktık, ben de burda sizlerle kutlamak istedim” deyince; hah dedim tam sevgi seli! Amsterdam'daki hayatım için fazlasıyla şirin bir başlangıç oldu.

Bir ara muhabbetler Hindistan’da kadınlar şöyle eziliyor Çin’de böyle eziliyora döndü. Dedim vay arkadaş akademik dünyada birinci dünyanın kendi derdine yanmadan üçüncü dünya üzerine üfürmelerini alışkınız da gündelik hayatta da bildiğin buralarda 3. dünya dedikodusu mu yapılıyormuş. Peki bu muhabbetin en coşkunun Vietnamlı olması! Yav bırak topraam bari sen yapma diyesiydim ki, doğruldum, ağzıma Alman’ın getirdiği hurmalardan bir tane attım ve geri yaslanıp camdan dışarı baktım. İç geçirdim ve nakışıma geri döndüm. Büyükanneler Günü here I come!

Sultanahmet çık gızzel!
Giderken ayak üstü  Alman kız nerelisin diye sordu bana. O zamana kadar artık ne kadar konuşmadıysam. Türkiye diyince bunun gözler bir parladı arkadaş! Heyecanla Türk yemeği yapabiliyo musun diye sordu? Gerçekten bi kaç saniye düşündüm.Turkish food?!?Türk yemeği?!?!? Yapıyom galiba dedim.Ben dedi çok severim Türk yemeğini, bana yemek yapar mısın dedi. Dedim ne istiyon. Ne olsa yerim dedi. Kızın ne kadar iri olduğunu o an farkettim (allahım sen günahlarımı affeyle). İlerleyen günlerde bu konuda gelişmeler yaşanabilir.

Bu günün akşamına Yunanlı arkadaşlarla buluştuk. Enternasyonal içinde kaldım yeminlen! Neyse burda heryerde yel değirmenleri var (bu konuyu bi ara etraflıca inceliycem) onlardan birinin kafesinde yemek yedik. Yunanistan’ın durumundan konuştuk bi ara. Sonra dediler burdaki Dutchların çoğu ‘Yunanistan’a gitmiyoruz çünkü çok tehlikeli bir yer, sürekli eylem grev var’ diyorlar. "Bazı Dutchlar da bu yaz tatil için Yunanistan’a gidicez, ve orda biraz para harcayıp ekonomiye katkıda bulunucaz" diyorlar dediler. Ben abaovv bu nasıl mantık diyerek ağzımı yüzümü çemçürtürken Yunanlılar dediler ki “bu iyi bir şey öyle deme, eğer Yunanistan’a yardım etmek istiyorsa insanlar tatil için gelip döviz bırakmalı”. Yahu arkadaş, bu işin, ekonomik sınıfsal bir bağlamı yok mu, bu nedir 90lar Türkiye kafası, turizm bacasız sanayidire bağlamışsınız demeye gücüm yetmedi. “He komşi yasu yasu" dedim konu değişti. Sonra  bi ara baktık Yunanlılar bir şey anlatmaya çalışıyorlar.
"işte hani şu su içtiğimiz büyük plastik şeyler var ya "
"bi restoranın tavanına komple onlardan lamba yapmışlar"
"normalde çirkin bişey ama güzel olmuş" falan diye
"hani şöyle olur böyle olur", biz anlamadıkça tarif etmeye çalışıyorlar. Onlar çırpındıkça biz anlamaya çalışıyoruz. Benim adama damacana gibi bişeyden mi bahsediyolar acaba dememle tüm Yunanlılar hep bir ağızdan hah damıcanaa! Damıcanaa! diye bağırdılar.
Kısa günün karı gereksiz bilgi: damcana Türkçe ve Yunanca'da ortak kelimeymiş.(Kendime not: şu Yunanlı lafından vazgeç)
Bu toprakların sesi