Mini macera: Sürpriz müzik kutusu

Uzun zamandır yazamıyordum. Çiçek festivalinden, Queen's Day'e, 1 Mayıs'a ve daha nice acayipliklere yazacak zibil gibi mesele birikti. Resmen sinsi gibi rapor ediyorum seni Amsterdam! En kısa ve naif hikayeyi anlatarak bir başlangıç yapıyorum. Efenim bir gün bisikletlerimizle merkeze doğru yol alırken Amstel Nehri üzerindeki, aşağıda internetten en afilli fotoğrafını bulduğum Magare Brug (İngilizce'de Skinny Bridge, Türkçe'de Sıska Köprü) adlı köprüden geçtik. Şimdi internetten en afilli fotoğrafı buldum dediysem, kendisine Hülya Avşar'ın Seda Sayan'ın geç dönem mayolu pozları muamelesi yapmayalım. Çıplak gözle farkedilebilen bir güzelliği de var köprünün. (Allahım şu an yukarıdaki örnekte, kadın bedenine şiddet uygulayan güzellik normlarını pekiştirdiğimi fark etmekle, benzetmenin photoshop çağrışımları ve skinny adına da uygunluğu dolayısıyla kullanmaktan vaz geçememek arasında gidip geliyorum. Seviyesiz bir geyik uğruna ne hayatlar yıpranıyor yarab!) Neyse dağınık bırakıyorum. 

Magere Brug
Bu köprü üstüne geldiğimizde (araba geçmiyor dostlar bu köprüden) köprünün ortasındaki korkuluklarda ufak çaplı bir kalabalık gördük. Kalabalığın ortasında da bir olta. Tabi ki de olay gören her Türkiye genci gibi o tarafa doğru yöneldik. Ben açıkçası daha önce şehir merkezinde  kanaldan, nehirden hiç balık tutulduğunu görmesem de biri balık tutuyor  ve benim gibi daha önceden böyle bir şey görmemiş diğer insanlar da hayırdır inşallah diyerek boklu dereden medet uman balıkçı zattın etrafında toplaşmışlar zannettim. Saniyeler içinde yazdığım dandik senaryoyla biraz daha ilerlediğimizde oltanın köprüden nehre değil, nehirden yukarıya doğru köprünün üzerine uzatılmış olduğunu gördük.  Oltanın ucunda da turuncu tahta bir clog (Tahtadan yapılan geleneksel Dutch ayakkabısı) sallanıyordu. Clog ne menem bir şeydir diye merak edenler grotesklikte sınırları zorlayan bir örneğini aşağıda görebilirsiniz.
Clog clog deyince biz de bir şey sandık, Hansel'le Gratel'in ayakkabısıymış ya bu
Bu edindiğimiz son bilgiyle birlikte saniyeler hatta saliseler içinde revize ettiğim yeni senaryoya göre bir an için bir çağdaş sanatla, efendime söyleyeyim bir enstelasyonla mı karşı karşıyayız acaba diye düşündüm. Köprünün altında bir kayıkta, "Asıl siz! Evet siz, evrim geçirip yüzgeçlerinden olan memeliler! Birer balık sürüsüsünüz! Hayatınız oltaya gelmekle geçiyor!" mesajını vermek isteyen, ten rengi ya da siyah (domino desenli de kabülüm) tüm vücudunu saran (kafa dahil) tek parça bir tayt giymiş, işini ciddiyetle yapan bir sanat emekçisi  göreceğimden emin gibiydim.

Farklı renk ve model seçeneklerimiz de mevcut, biraz beklerseniz çocuk depodan getirsin abla.
(Resmen ekmeğime yağ sürülsün istiyorum içten içe ha. Böyle şeyler göreyim de gelip burda "Bunlar hep arpa fazlalığından, nıç nıç nıç" deyip kafamı yana doğru döndüreyim, muhtar emmiye bağlayayım istiyorum. Yandan yandan gülerken de kasketimin önünü düzelteyim istiyorum resmen.) Ama derseniz ki "içinde tek parça vücut taytı (sen koru yarabbi harflerle temsili bile çirkin) olan çağdaş sanat performansında geleneksel tahta ayakkabının ne işi vardı bello allasen, anadolu rock mı sandın sen bunu!" ben de size içimdeki ellerini oğuşturan muhtar emmiyle muhattap olun, beni karıştırmayın derim.

Tövbeler tövbesi
Neyse efenim, bir kaç adım daha ilerlediğimizde (Köprü köprü değil Tsubasa'nın halı sahası!Oltanın önce dumanı, sonra direği...) kafamda yarattığım asabi ve taytlı performans sanatçısı yerine, naifliğiyle günümüzü şenlendirecek olan beyaz saçlı, yaşlı bir adamla karşılaştık. Yaşlı adam, içine envai çeşit müzik aleti doldurduğu bir kayığın içinde yukarıya doğru biz köprüdekilere bakıyordu süpriz yumurta gibi. Köprüye doğru uzattığı oltasının ucundaki clogun içine (yav clog clog deyip durma artık! zaten az önce google a "dutch shoes" yazıp adını yeni öğrenmiş insansın!) .evet. Tahta ayakkabının içine koyduğu hatıra kartlarını insanlara verirken üç beş para topluyordu.



Biz bu rengarenk kayığı ve içindeki ak saçlı dedeyi izlerken dede oltasını topladı ve gösterisine kaldığı yerden devam etti. Bir yandan eline ne geçerse çalıp müzik yapıyor bir yandan da habire dümeni çevirip kayığıyla kendi etrafında dönüp duruyordu. Başlı başına  su üstünde bir müzik kutusuydu.


Fotoğraflardan çok anlaşılmıyor gerçi. (yok ya şimdi bir daha baktım da gayet anlaşılıyor aslında) Ama puslu, soğuk ve gri bir Amsterdam gününde oyuncak gibi rengarenk bir amcayla karşılaşmak gerçekten sürreel  bi sürprizdi.



Bir kaç saniyelik sevimli bir görüntüsü var gösterinin ama hain bloggera nedense yükleyemedim bir türlü. Artık yavaş yavaş oluşmaya başlayan küçük çaplı hayran kitlemiz de (takribi 1 kişi) yazı isterük diye bastırınca yazıyı yazayım da video belki arkadan gelir dedim, hikayeyi saldım ortama.

p.s. Sebat edip yazıyı okuyan cefakar insanlar için küçük bir de anektod; bu köprünün tam ortasında tepede bulunan hoperlör (hoporlör, hopörlör) aporlörlerden tok bir erkek sesi Hollanda'ca ve İngilizce bir şeyler anlatıyor. Biraz dinleyince Van Gogh'dan bahsettiğini anladık. Belki sürekli değişiyordur anlatılanlar. Yolunuz bu köprüye düşerse etrafı izlerken ya da köprü altındaki oyuncaklı amca buralarda mı diye bakınırken aynı zamanda da apörlölere kulak verip genel kültürünüzü geliştirebilirsiniz. 

Mezrab

Bu akşam çok acayip, arayıp da bulamadığım ortamlara girdik. Böyle de deyince beklentiler bi yükseldi.
-Abi karanlık bi hangara giriyosun...
-Eee?
-Kim kimi yalarsa, öyle düşün!

Akşam bisikletlere atladık yola çıktık.(Bi yandan da bunu dinleyelim de ambiyansı kaçırmayalım)  Limandan limandan gidiyoruz, arkadaşlarla gideceğimiz yerde buluşucaz. Ama nasıl bir soğuk var anlatamam. Bir ara gerçekten eldivenin içindeki parmaklarımı hissedemedim. Abartmıyorum, bok yoluna dondu kopacak parmaklar diye tribe girdim. Garibim benim adam çıkarttı kendi eldivenini verdi zorla. (Kafa rahatlığını daha ön planda tutuyor sanırım) Bahar ayı için çok mantıksız bir ayaz ama. Yağmur çiseliyor bi yandan. İçimden böyle aşkın ızdırabına! falan diyorum. Neyse en nihayetinde kayıkların, takaların, canlı balık kokularının arasından bata çıka ulaşmaya çalıştığımız yere vardık. Limana bakan sıra sıra bitişik binalardan birinin bodrum katına doğru merdivenlerden inmeye başladık. Tavan biraz alçaktı. İçeriden kahkaha sesleri ve daha önce hiç tatmadığım bir çorbanın kokusu geliyordu. Merdivenlerin sonundaki iki kanatlı kocaman kapıyı iterek açtık. İçerisi çok kalabalık ve loştu. Bazı insanlar oraya buraya serpiştirilmiş üçlü, ikili, tekli koltuklarda oturuyordu, bazıları sandalyelerde, bazıları yerde ama çokça insan ayaktaydı. Girişte bir çorba kazanı kaynıyordu. Tüm bunların ortasında ayaklı, uzun, turuncu bir abajurla aydınlatılmış küçük bir alan vardı. Abajurun yanında ahşap bir sandalye ve onun yanında da üzerinde küçük bir tef olan küçük bir sehpa vardı. Duvara dayanmış büyükçe bir bendir duruyordu sandalyenin diğer yamacında. Ortadaki bu küçük aydınlık sahneye yüzleri dönük, yerde oturanların dışında kimsenin suratı seçilmiyordu. Herkes birer kara silüetti. Kara kara silüetlerin arasına gizlenmiş kara kara silüetlerden ibarettik biz de. Daha önce hiç tatmadığımız çorbayla henüz parmaklarımızı ısıtırken, yerde oturanların arasından yaşlı bir adam yavaşça ortadaki loş turuncu ışığın altına girdi. Herkes kara kara ona baktık. Sandalyeye oturdu. Ve bize hikayesini anlatmaya başladı.


Bana masal olsun, hikaye, karagöz olsun, fantastik kuntastik  olsun, daha da bir şey istemem şu hayattan. Mezrab, hikaye gecelerinin düzenlendiği, liman kıyısında alçak tavanlı bir bodrum katı. Bana gerçekten gerçek dışı geliyor böyle bir yerin varlığı. Yaklaşık 50-60 kişi, çoğunlukla gençler oturup birbirlerine masallar anlatıyorlar, birbirlerinin masallarını dinliyorlar. Çoğu günler hikayeler İngilizce anlatılıyor. İran'lı bir aile işletiyor burayı. İşletiyor dediysem giriş ücretsiz. Anne çorba yapıyor. Kendisi İngilizce bilmiyor ama çorba kazanının arkasından Farsça şarkılar söylüyor. Babanın da sesi güzel, o da katılıyor arada. Verilen aralarda çay, bira satın alabiliyorsunuz. Her isteyen gelip hikayesini anlatabiliyor burda. Hikaye anlatanlar gerçekten ve açık kalplilikle dinleniyor. Sonrasında isteyenler müzik de yapıyor. Bazen de ikisi birden oluyormuş ama onu dinleyemedik daha. Koca bir piyano var karanlık köşelerden birinde, 15 dakika aralarda mutlaka dinleyicilerden biri başına oturup bişeyler tıngırdatıyor.  Ailenin oğlu Mezrab'ın asıl meddahı. Hikaye anlatıcılarını sahneye çağırıyor, bazen kendisi hikayeler anlatıyor, 15 dakikalık aralarda çay dolduruyor. Mezrab, Farsça'da mızrap demekmiş. Ama kelime, bana her duyduğumda insanların ve hikayelerin değiş tokuş edildiği bi mezatı çağrıştırıyor. Yok efendim farklı kültürler, vay efendim kültürlerin kaynaşması bıdıbıdısına gerek yok. Bu devirde bir kişiyi bir kişinin hikayesini dinlerken görmek mucize, burda bence bir mucize gerçekleşiyor. İster başkalarınınkileri dinlemek için, isterse hikayenizi anlatmak için gidin yolunuz düşerse.


                    
İlk Mezrap'ı anlatan kısa bir tanıtım videosu. O zamanlar müzisyenler bir araya geliyormuş sanırım. Mekanla birlikte içerik de değişmiş. Bu yazıyı yazarken ilk başta bi çekindim. Yahu zaten tıklım tıkış ortam bi de burdan reklamını yapmayayım dedim. Sonra bi titredim ve kendime geldim.

Amsterdam'da nasıl bedava eşya bulunur

Bugün lafı çok dolandırmadan hakikatten işe yarar bir kaç bilgi vereyim de gönüller bir olsun. Tüm evinizi bedavaya döşemenin iki yolunu anlatacağım, gelin yamacıma. Amsterdam'da ikinci el eşya gündelik hayatın çok fazla içinde. Sürekli bir eşya sirkülasyonu var. Dünyanın en uzun boy ortalamasına sahip milleti, malumunuz yer darlığından daracık minicik evlerde yaşıyorlar. Bir de kozmopolit şehir geleni gideni bol. Bu nedenle eğer Amsterdam'a taşınacaksanız evi nasıl döşeyeceğiz diye kara kara düşünmeye gerek yok. İlkin marktplaats'a bir bakın. Burada ev eşyasından arabaya her türlü ikinci el eşya bulmak mümkün. Fiyatlar genellikle uygun. Yalnız, daha önce de belirttiğim gibi askı meselesi hala bir muamma. Askılar pahalı. Askılar pek kıymetli. Neyse bunun yanı sıra bir çok bedava eşya bulabilirsiniz bu siteden. Eski evler, özellikle de merdivenler çok ama çok dar olduğundan her eski evin çatısında  birer kanca ve makara görebilirsiniz. Bu evlere eşyalar, makara ve halatlarla evin dışından çıkartılıyor ve pencere ya da balkonlardan eve sokuluyor. Yeni binalarda merdivenler daha geniş. Eski usul sırtlanıp çıkartılabiliyor eşyalar. Eşyasını yenileyecek ya da taşınacak bir çok insan, eşya taşımakla uğraşmak istemiyor. "Allahını seven gelsin şu koltuk takımını alsın götürsün!" diye bedava eşya ilanları veriyorlar bu internet sitesinden. Bedava eşya ilanı gördüğünüzde -ki "gratis" buradaki sihirli sözcük- ilan sahibinin diğer ilanlarına da bakın. Bazıları tüm evi gelin toplayın bile diyebiliyorlar. Bir de buradaki ilanlara bakarken, acaba ne çakallık var işin içinde, eciş bücüş şeyleri boşuna sırtlanıp taşımayalım diye düşünmenize gerek yok. İster bedavaya versinler ister belli bir ücret karşılığı, insanlar söz konusu eşyanın en ufak defosunu, söküğünü, kırığını ilanda belirtiyorlar. Kötü sürprizlerle karşılaşmazsınız yani, merak etmeyin.Siteden bahsetmişken şu bilgiyi de vereyim, bazı ilanlarda fiyat belirtilmemişse ve de gratis ibaresini de görmediyseniz, o demek oluyor ki eşya sahibi bir fiyat biçememiş açık arttırmaya çıkartmış eşyaları.                    

           

İkinci olarak, eşyaları evden çıkartmaya üşenmeyen insanlar da, artık kullanmak istemedikleri eşyalarını evlerine en yakın çöp kutularının yanına bırakıyorlar. Çöp meselesi gözünüzü korkutmasın. Her bir konteynır maaşallah bir adet Sermet Erkin! Minik minik konteynırların oval kapaklarını açıyorsunuz, çöpünüzü koyuyorsunuz, kapağı kapatıp bir daha açtığınızda abrakadabra! çöpünüz çoktan yok olmuş. Yani insanlar eşyalarını çöpe bırakıyor dediysek, ortada bir çöp yok. Aynı zamanda da, götü yere yakın olandan korkulur söz konusu bu çöp kutuları için. Kendileri küçük ama bir o kadar da yerin altında var maşallah. Belediye haftada bir gelip, bu minik çöp kutularını yerlerinden söküyor ve altlarındaki dev çöp kutularını boşaltıyor. Büyükşehir çalışıyor! Ama Salı günleri. İşte burası da işin püf noktası. Çöpler Salı günleri toplandığı için, insanlar kullanmadıkları eşyaları haftanın her günü dışarı çıkartmıyorlar ortalık dağılmasın diye. Herkes resmen bize ilkokulda aşılanmaya çalışılan "herkes kendi evinin önünü süpürse hayat bayram olur" felsefesini benimsemiş.Neyse bu nedenledir ki insanlar ya Pazar geceleri ya da Pazartesi sabahları eşyaları en yakın çöp kutusunun yanına koyuyorlar. Ben şimdiye dek kullanılmayacak durumda, çok eski ya da kırık dökük eşya görmedim. Pazar gecesi ve Pazartesi sabahları sokaklarda yürürken gözleri açık tutmak gerek. Buranın insanı neredeyse doğduğundan beri bisiklet üstünde olduğundan, ihtiyacı olan bir şey gördü mü affetmiyor. Koca koca kitaplıkları koltukları sırtlanıp bir yandan da bisiklet sürebiliyorlar.



(Biraz sonra anlatacağım hikayedeki ruh halimi görmek isterseniz 0:15-0:19. saniyeleri izleyebilirsiniz)

Bir pazartesi sabahı bisikletle etrafta dolaşırken bir sürü eşyanın arasında tam ihtiyacımız olan çok şirin ahşap bir sandalye gördüm. Lakin, çöpten eşya almak falan bambaşka bir sosyal kod Türkiye'de. İnsan bir haftada kafasındaki şablonları değiştiremiyor. Ama sandalye de pek güzel, ev yakın, tamam sandalyeyi sırtlanıp bisiklete binip eve gidecek kadar hakim değilim ortama ama taşımanın bir yolu da bulunur. Kedi gibi uzaktan kesiyorum çöpü. Bir yandan "yahu herkes Dutchlığına bakmadan sırtlanıp götürüyor, sen neyine utanıyorsun!" diyorum ama elim gitmiyor. O sırada olanca Dutchlığıyla bir abla geldi, bisikletinden indi, eşyaları karıştırıyor. O saniyeden sonra o sandalye bir kıymete bindi arkadaş! Resmen çocuk gibi, "ulan ilk ben gördüydüm allahsızlar!" diye isyan edesim var. Durup dururken, sabah sabah bir sandalyeden ötürü çektiğim ızdıraba, iç hesaplaşmaya bak arkadaş. Neyse ki sadece komidine ihtiyacı varmış. Sırtlandı koca komidini yoluna devam etti kadın. Hemen fitifiti çöpe yanladım, sandalyeyi yokladım, sapasağlam. Şaban gibi içimden "ennayii leblebisii" falan diyorum. Bir elimde sandalyeyi tutup diğer elimde gidonu tutup, bisikletin üstünde dengede kalma teknolojisi henüz gelişmedi bende, normal yürürken bile dengemi zor kuruyorum. O yüzden o işe hiç teşebbüs etmedim. Sandalyeyi koydum bisikletin arkasına. Elimde bisiklet iki sokak ötedeki eve giderken bile 5 defa falan düşürdüm sandalyeyi. Ama yılmadım. Hayatımda ilk defa bu kadar net bir beleşe bir şey kazanmanın zafer sarhoşluğuyla eve ulaşabildim. [Ne kadar küçük bir dünyam var lan benim! Hayır sevimli ögeler de içermiyor ki Amelie'likten yutturalım. Anca Şabanlık]

p.s: Sermet Erkin'e saygımız sonsuz, onu belirteyim de şeyolmasın.

Amsterdam'da 8 Mart

Bugün biraz yoğun geçti. En başta oturum kaydı için mıhtara gittik (o meseleyi ilerleyen günlerde etraflıca inceleyeceğiz). Sonraki ilk hedefim Türkiye'den ortak bir arkadaş vasıtasıyla birbirimizden haberdar olduğumuz bir arkadaşla buluşup Dam Square'deki (Amsterdam’ın ana meydanı) 8 Mart, kadınlar günü eylemine gitmekti. Aslında, Türkiye'deyken katıldığım 8 Mart yürüyüşleri biri ikiyi geçmez, lakin burdaki politik atmosferi de merak eder deli gönül. [Dam Square, Amsterdam'ın merkezi. Madam Toussote müzesi de hemen bu meydanda.(O meseleyle de ilerleyen günlerde ilgileneceğiz)] Şimdi eylem dediysem, bunu bir toplaşma ya da kutlama olarak da tanımlayamayacağımdan ötürü. Yoksa eylem falan hak getire. Neyse elimde allahlık bir harita yaradana sığınıp atladım bisiklete. Beynimin sadece zaman değil yer-yön algısının işlendiği bölümü de olmadığından, görsel hafızamla hayatta kalarak geldim bu yaşlara. Elimdeki harita belli bir noktaya kadar çaresiz hissetmememi sağlasa da we trust in görsel hafıza! Arkadaşla "Waterlooplein" metro istasyonun çıkışında buluştuk. Burda da büyükçe bir pazar vardı (Bu konuyla da bir ara ilgileneceğiz) Sonra bisikletler elde ara sokaklardan yürüye yürüye, döne dolaşa meydana ulaştık. Bu ayrıntı önemli çünkü, dediğim gibi Hansel'le Gratel misali, her gördüğüm şeye bir ekmek kırıntısı atıp, dönüş yolumu bu kırıntıları toplayarak bulan insanım. Ama  kalabalık ana caddelerden kaçıp sakin ara sokaklardan yolumuzu bulalım derken bi noktadan sonra bi baktım, etrafa bakmak hak getire. Yeni tanıştığım bu güzel arkadaşla muhabbet ede ede onu takip ediyorum. Bu durumu farkettiğimde bir baktım, "yav bu şato gibi bina da ne ola, şurdaki pisiklet de iyiymiş hacı" derken bi yandan da o ekmek kırıntılarını kayıntı yapmışım kaygısız kaygısız çerez niyetine yiyorum. O an tek başıma çıkacağım eve dönüş yolculuğunun nasıl bir macera olacağını düşünüp bir an için titredim. Neyse bir şekilde bu yaşa gelmeyi başardıysam bu saatten sonra da evin yolunu bulurum herhal diyerekten iyice saldım gitti. Arkadaş 7 yıldır burda yaşadığından, önceden uyarmıştı, öyle büyük bir kalabalık bekleme diye. "Ama arkadaş, koskoca Amsterdam'dan bu kadar mı insan toplaşmış!" diye geçirdim içimden. Toplasan 50 kişiyi geçmeyen bir insan topluluğu çember olmuş, kalabalığın yarısı Türkler, Kürtler ve İranlılar. (İran komünist partisi pankartlarının da topyekün erkek üyeler tarafından tutulması da gözümden kaçmadı.) Megafonla sırasıyla orda bulunan 6-7 topluluğun temsilcileri konuştu. Flemenkçe olduğundan pek bir şey anlamadım, arkadaş sağolsun çevirdi biraz konuşulanları. Temel olarak göçmen kadınların sorunlarına değinildi diyebilirim. 
"Allah kafamızdakilere zeval vermesin"
Tamam şunu kabul ediyorum, çok kısıtlı gözlemlerime dayanarak söyleyebilirm ki burda kadınlar Türkiye'ye göre daha özgür. Geçenlerde gecenin köründe bir ara sokaktan eve dönüyoruz. sokağın bir ucunda da bir kaç kişi var. 15-16 yaşlarında genç bir kadın bisikletle gidiyor. Arkasında da iki zırtlan oğlan, "telefon nummer" falan gibi şeyler söylüyorlar. Zırtlan gibi, kızcağızı aralarına almışlar peşinden bağırış çağırış yürüyorlar. İlk başta, "gençler bir durum mu var?!" diyesiye oldum, baktım herkes rahat, kızcağız, pedala kuvvat kaçmıyor, rahat rahat, numarasını mı söylüyor artık zwei, drei gibi bişeyler diyordu, rahat rahat muhabbetini ediyor, bir yandan da evine gidiyor. Ortadaki tek sıkıntı zırtlan oğlanların o soğukta evelerine ya da kalacakları yere yürüyerek geri dönecek olmaları gibi gözüküyordu. (O an için bunu da pek düşünecek durumda değillerdi) Neyse sonuçta, Türkiye'de yaşansaydı en iyi ihtimalle tatsız bir anı olarak anılabilecek bi durum, burda benim adam da dahil olmak üzere, ortamda bir tek beni geriyordu. Amma velakin, 8 Mart dediğimiz gün, aslında düşük ücretlere ve çalışma koşullarına karşı verilmiş mücadeleleri de kapsayan bir gün değil mi arkadaş. Kapitalizmin kendine içkin eşitsizlikleri burda yaşanmıyor ya da hissedilmiyor demek; ben ülke değil, aynı zamanda farketmeden boyut da değiştirmişim, Alice harikalar diyarında takılıyorum anlamına geliyor. Henüz şapkadan bir tavşan da çıkamdığına göre. Bu konuda gözüm üstünde Amsterdam. Bakalım 1 Mayıs'ı da görelim de sonra sana laflar hazırlıycam. 




Neyse, bir süre meydandaki gösteri, eylem, artık neyse ona katıldıktan sonra arkadaşla ayrıldık, bugünün ikinci hedefi olan "English Book Strore"a doğru yol bulma macerama kaldığım yerden devam ettim. Ben deniz bir yandan da çizim yapan, ekmek parasının bir kısmını bu şekilde kazanan bir insanım. Türkiye'deyken yaptığım araştırmalar sonucu (aç: google, yaz: children's book illustrators Amsterdam, tıkla, bunu değişik kelimelerle bir kaç defa yap) çocuk kitapları yazar ve çizerlerinden oluşan bir grup  buldum Amsterdam'da (resmen kendimi şanslı hissediyorum butonu). Her ayın ikinci cuması buluşup çeşitli workshoplar düzenliyorlar. 8 Mart da o günlerden biriydi. Zar zor etkinliğin yapılacağı kitap dükkanını buldum. Bu sırada bir yandan soğuktan akan burnumu silmeye çalışırken bir yandan da elimdeki haritayı cebime sokmaya çalışırken harita bir ara "yetti canıma!" demiş olabilir. Dememişse soğuktan uğuldayan kulaklarımın yalancısıyım. Bu dükkan, sıcak sevimli bir ortam, hatta benim için fazlasıyla sevimli. O hengamede kitapları incelemeye fırsat bulamadım, ama yolum bir daha düştüğünde bakıcam mutlaka. Burda yaşayan Yunanlı arkadaşların rivayet ettiğine göre(bak hala Yunanlı diyor!), çok ucuza İngilizce kitaplar bulunurmuş burda. Şimdilik bunu aklımızın bir köşesine yazalım. Neyse, gittiğim etkinlik "Flash Fiction Workshop"u diye geçiyordu. Açıkçası, Türkiye'deyken bu etkinliğin ilanını ilk gördüğümde, olanca cahilliğimle Flash çizgi romanındaki karakterler nasıl çizilir onu gösterecekler herhal diye düşünüp, bir anlık yıpranmıştım. Bu konuda kendimi suçlamıycam, google bile sadece flash yazıp görsellere tıklayınca zibil gibi flash resmi çıkartıyor.
Sonra tabi gitmeden önce bi bakayım dedim nedir bu Flash Fiction diye. En fazla 300 kelimeyle yazılan, çok kısa ve etkileyici hikaye demekmiş. Flash Ficion demişken, atölye çalışmasında da bahsi geçen  bir efsaneyi burda bitirmeye kararlıyım.  Bilmişlik yapıp ilk günden ortamı germeyeyim diye söyleyemedim, içimde kaldı. Hemingway'in yazıp sayesinde en kısa hikaye yarışmasını kazandığı rivayet edilen "baby shoes, never worn" (bebek ayakkabısı, hiç kullanılmamış) hikayesi efsanedir efenim.
Atölye çalışması iyiydi, insanlar da güzeldi peki ya dönüş yolu! "Atölye çalışması bitti, geldiğiniz için teşekkürler" lafını duyduğumda, engelli işçiyi azarlarken bir anda kameralarla göz göze gelen Recep Akdağ gibi güller açan yüzden tedirgin bakışlara jet hızıyla geçtim.
Duygu geçişi: temsili
Cebimden pare pare haritamı çıkarttım, ağlıyordu. Kanallar aştım, köprüler geçtim. Merkezden uzaklaştıkça sokaklar ıssızlaşmaya başladı. Hava karanlık, sokaklar ıssız, haritam ağlıyor. Bir ara, tam evin yerini gösteren sayfa kopup uçtu rüzgarda. Bu kadar çevik  reflekslere sahip olduğumu önceden bileydim şu an hayatım bambaşka olabilirdi. Eve çok yakın olduğumu hissediyor ama yönünü kestiremiyordum. En sonunda ıssız sokaktan bisikletli bir adam geçti, bisikletli misikletli dinlemeden durdurup yol sorayım ben buna derken, adam hakkatten tam benim önümde durdu. "Afedersiniz bayım.." diye adama yönelene kadar adam bisikleti yere attı koşa koşa duvar dibine işemeye durdu. Belki işedikten sonra cümlemi tamamlayabilirdim ve adamcağız güzel güzel yol tarif edebilirdi (haritayı tuta tuta!). Ama ben gecenin bir körü, ıssız sokakta, duvar dibine işeyen bir adama kayboldum denmeyecek bir dünyadan geliyordum. Anında bisiklete atlayıp başka bir bilinmeze doğru yola çıktım. Adamcağız da noolduğunu anlamamıştır büyük ihtimalle. Sadece arabaların geçtiği ıssız sokaklarda ilerlerken (ne dramatize ettim arkadaş, en kötü ara kocanı ver bir sokak ismi tarif etsin yolu sana, ama yok illa dram, illa atraksiyon!) o karanlığın içinden ak saçlı bir nene çıkageldi. Bir karış havada duruyordu. Yok la yok, hakkatten ak saçlı bir nene ama bisikletin üstünde gailesiz gailesiz evine gidiyordu. Durdurdum yol sordum. İngilizcesi zehir gibiydi maşallah. Tarif etti, iki sokak ötedeymiş bizim ev.

Ak saçlı nene temsili: "kafamız rahat dedik dinlemedin!"

7.gün; Hain Kereviz

Şimdiden uyarayım bu gün Amsterdam namına tek faideli bilgi: Kerevizler kafam kadar.

Bu sabah 9 civarıydı. Öğle yemeği geldi aklıma,dedim kereviz yapayım. Yemeğin içine bir avuç nohut koyucam ama koymaya korkuyorum. Pişmeyecek allahsızlar,biliyorum. Dedim saat daha erken, ben bunları haşlamaya başlayayım, yaklaşık 3 saat önceden falan bir avuç nohutu kaynatmaya başladım (bir gece önceden ıslatma teknolojisi daha bende yok, akşamdan yarın nasıl beslenecek bu bünye diye düşünemiyorum hala, o anne duyarlılığından eser yok) Şaka maka yemek tarifi veriyorum burdan. Yemek de kereviz, artiz bişey de değil. Bu bloğu okuyan ağlar! Şehir ne menemmiş diye bakan kerevizi görür kaçar, kerevize gelen Amsterdam ne alaka diye uçar yuvadan. Böyle böyle deliler evine çeviricez buraları inşallah. Neyse , bir kereviz yapayım dedim arkadaş kereviz kereviz değil dünyamızı ele geçrimeye çalışan kafam kadar bir yaratık . Cebelleştim resmen hayvanla(bitki değil hayvan!).
(Kerevizi merak edenler için: Billy Ocean'ın Loverboy klibinin 3.05. saniyesinde kerevizin bizzat kendisini görebilirsiniz)



Lover Boy [Billy Ocean] door xcuiraptor

Orijinal Jabba yanında kainat güzeli kalır.Yarısını doğrayabildim bir tencere yemek oldu. Doğradım ama hala canlılığından bi şey kaybetmemişti. Diğer yarısını kaldırdım artık, bunla da uğraşamıycam artık diyerek. Zaten uğraşsam o kadar büyük tencere yok ki evde. Üç beş patates, üç de geldiğimden beri dolapta bizden bir cacık olmaz diye birbirlerine sığınmış minik havuçlar vardı. Her biri küçük parmağım kadar onları da doğradım gitti. Nohutlar hala kaynamamıştı. Sizin gibi hububat olmaz olsun diyerek aldım artık tencereden. İşte tencereye yağ koydum(hala yemek tarifi veriyorum çaktırmadan) Nohutları hunharca  haşlamaya çalışırken sonuna kadar açmış olduğum büyük ocak sinsice beni beklermiş meğer. Hafif suyla karıştırdığım salçayı tencereye atmamla tek adımla mutfaktan salona zıplamam bir oldu. Havai fişek gösterisi ama mutfak batıyor! Mutfak zaten evin 3/2si. Ev elden gidiyor a dostlar! Ya allah diyip -önceden hazırlamış olduğumuz nohut, kereviz, battis ve havuç karışımımızı- tencereye attım. İşte kerevizin hala canlı olduğunu orda anladım. Hala direniyor. Böyle son nefesine kadar mücadele eden bir ejderhanın sesi yankılanıyor evde. Son darbeyi üzerine döktüğüm suyla vurdum. Son vööaarrghh çığlığını attı ve aramızdan ayrıldı. Kerevizle bu kadar cebeleştikten sonra bi moralim bozuldu. Arkadaşlarım yanımda olsa omuzlarında ağlarım o derece. Kavanozdan bi kart çektim. Çeke çeke manyak iş arkadaşımın yazdığı iki üç karttan birini çekmişim. “sokağa bak ve hiç hayvan olmadığını görüp üzül” yazıyordu. (Moral kavanozunda insan üzüyor adam!) Üzgünüm dostum ama hayvanın hası mutfakta. Pencereden de baktım parkta zibilyon tane hayvan var! Ördekler vaklıyor an itibariyle. Ama bu kart sayesinde, leblebi gibi sevap points kazanacağımız bir alışkanlığımız oldu. Artık ekmek artıklarını biriktirip, ördek beslemeye gidiyoruz benim adamla.
Buraya kadar okuyan cefakar insanlar için minik de olsa faideli bir bilgi vermek boynumun borcu: buranın elma ve patatesleri çok lezzetli dostlar, aklınızda bulunsun.

6. gün; Marketlerimizi tanıyalım


Sabah parkta biraz bisiklete bindim. Ordan ver elini Blokker. Şimdi bugün gezdiğim marketlerden bahsedeceğim. Allahım bir şehir bu kadar sığ mı anlatılır! Neyse moral bozmuyoruz.
Blokker   burda her türlü ıvır zıvır ve faideli ev eşyası bulabileceğiniz ucuz bir marketler zinciri. Böyle şirinlik muskası home sweet home yazılı beyaz ahşaplar falan, renkli mumlar da cabası. Eğer aradığınız şey yavruağzının tüm tonlarına doyarken, evinizi dekore edebileceğiniz ıvır zıvıra ulaşmak ise bu Blokkera bir bakın derim. Ben ne aldım diye soracak olursanız bir adet fırça aldım. Türkiye’de görmediydim böyle çirkin fırça. 99cente aldığım bu fırçanın hikayesini ksıaca paylaşayım da Amsterdamda bir kaç günle sınırlı Dutch bilgimin sınırlarında doyumsuz bir gezintiye çıkalım. Efenim burda belki de yıllar geçsebile-sabile- anlamına vakıf olamayacağım bir durum var. Evlerin tabanları nimetten sayılıyor. Bunu bir ara araştırıcam. Yani bunun mantıklı, tarihsel, sosyolojik, ya da ne bileyim maddi bir açıklamasının olması gerekiyor çünkü parktaki her bir ördeği numaralandıran Dutch mantığı bu kadar mantıksız bir eylemi topyekün kabulleniyor olamaz. Olmamalı! Dilim döndüğünce bu konudaki  kıt bilgimi size aktarayım. Uzun uzun anlatılacak gibi değil. Bodoslama diyebilirim ki evlerin sabit bir tabanı yok!?! Diyelim ki bir eve kiracı girdiniz, parkelerinizi kendiniz getiriyorsunuz ve o evden çıkarken de parkelerinizi söküp götürüyorsunuz. 
Canım ev tabanım seni çok seviyorum
Böyle mantıksız bir durum. Bizim evin yerleri tuvalet taşı desenli naylon bir kaplamayla kaplanmış. Sağolsun parke derdimiz yok. Sadece her ay biz bu taban kaplamalarına 40 euro ek kira ödüyoruz. Yani durum bu. İnsanlar pazartesi günleri kapılarının önüne artık kullanmadıkları eşyalarını koyuyor ya(bu konuya bir ara açıklık getireceğim) balya balya parkeler de oluyor o eşyaların içinde. Alıp da evine taşıyan var mıdır bilemiyorum. Daha native bir Dutchla oturup iki lafın belini kırma şansım olmadı ama olunca ilk fırsatta bu yer kaplama meselesini sorucam. “Arkadaş nedir bu işin sırrı, size bu yaptığınız iş mantıklı geliyor mu? diyicem. Yani sorucam bunu. O güne kadar belki durunamayıp bu işin peşine düşebilirm, şimdilik gücüm yok. Neyse bi ipucu bulursam yazarım burda. Hıh konu dağıldı fırça diyodum. Bu laylon kaplamayı siliyorsun siliyorsun iki dakka sora terliklerin altı bembeyaz(evet beyaz). İnat ettim. “Ulan hayatımda ilk defa kaynar sularla deterjanlarla viledayla yerlere girişiyorum bu ne pislik ben gideyim en iyisi bi fırça alayım da kül kedisi misali yerleri fırçalayayım” dedim. Aldığım günün akşamına da “emaan eski bunnar eski, fırçalasam da şimdi şeyolmaz yani” diye vazgeçtim. Amsterdam blogu yaptık ben burda yer fırçalamaktan bahsediyorum allahım! 
Neyse sonra Blokker’dan çıktım, Hema’ya gittim. Hema dediğin burda yine bir marketler zinciri. Ev tekstili, tabak, çanak buranın da ıvırı zıvırı bol. Ordan da bir iki alacağım vardı. Bir de ortamı öğrenmeye çalışıyorum. Fiyat kalite karşılaştırmasına vurucam kendimi. Öle pek bi numarası yok Hema’ların bildiğin lakin fırınları güzel. Taze taze eppekler, pastalar kruvasanlar yapıyolar. 
Sonra Albert Heijn’a girdim. Albert Heijn da buranın Migros’u gibi bi yer her yol var, ordan kahve aldım çıktım. Bir de Vomaar var. Fiyatları biraz daha uygun.
Lakin burda fiyat-kalite söz konusu olduğunda hayat kurtaran tek yer Lidl. Kendisi aslen Alman marketi. Almanya’nın bimi gibi bir yer. Ama Le Cola gibi telmaşa olaylara girmiyor. Hatta bayaa kaliteli mallar getiriyor ama fiyatlar ucuz. 
Alışveriş çılgınlığını çok yanlış anlamak
Sonra asıl savaşımı vereceğim Java Straat’a gittim. Java Straat’tan antre için palto malto asabileceğimiz bir askılık bulmaktı amacım. Burda ikinci bir ilginç durum da şu ki; insanlar koca koca kitaplıkları, koltukları kapılarının önüne bırakıyorlar. Kapının önüne çıkartmaya üşenenler marktplatzdan allahını seven gelsin evimden beleşe alsın diye ilanlar veriyorlar. Kıçı kırık askılara, askılıklara 30-35 euro para istiyorlar. Bunları bulması da bir o kadar zor. Tıpkı evlerin taban kaplamaları gibi(parke,laylon farketmez) bu askı meselesinde de bi bit yeniği var. Java Straat dedik topraam dedik(bknz:bir  kaç gün evvel), askıya maskıya çok önem vermezler dedik orda da askı namına bişey bulamadan geldim. Bu arada Java Straat’taki marketlere fiyat konusunda ucuz olurlar diye çok bel bağlamayın derim.

edit: bu yazıyı ilk yazdığımda buralar hep linklikti. (meali: marketlerin bir güzel linklerini vermiştim) "Niye durup dururken elalemin marketler zincirinin reklamına alet ediyorum kendimi" diye içimden geçirsem de sonrasında, zaten blog kerevizden patatesten geçilmiyor, işi düşenlere iki üç faydası dokunsun diye düşünmüştüm. Neyse Albert Heinj'ın cefakar dağıtım işçileri beni kendime getirdi. Asıl link burada.

5.gün; Güneş ışınları marifetiyle

Bu sabah güneşten istifade evin önündeki parkta bisikletle dolaşmaya çıktım. Burada güneş ışınları oldukça yatay açıdan yansıyor ve gözünü alıyor insanın. (coğrafya gök bilimi bilmemek). Sonuç itibariyle her şey çok parlak. Bir ışık hüzmesinin içinde tam olarak göremediğiniz şeylerin arasında ilerliyorsunuz. İlk başta rahatsız oluyor insan her şeyi görmeye çalışıp göremeyince. Israrla görmeye çalıştığımdaysa etrafta koşan bir kaç yaşlı gördüm hafta içi sabahın o saatinde. Evet burda yaşlılar koşuyor. Çok yaşlılar yani 80-90 yaşındaki insanlar da(bana gelişi o,size 100-120'ye olur en son) 4 tekerlekli bastonlarına(yürüteç gibi bir şey) dayanıp geziyor, alışveriş yapıyor. Hatta o yürüteçlerin oturma yerleri varmış. İki tonton teyze tutuna tutuna parka geldiler, sonra bir kenara park edip yürüteçlerinin üstüne oturup güneşlendiler. İçim sıkıldı birden. Hayatımın bir döneminde olduğu gibi yine etrafımda yaşıtlarım yerine güneşlenmeye çıkmış yaşlılar vardı. Amsterdamlara kaçmıştım ama resmen kendi abeciliğimden kaçamamışım o an farkettim. "Yine yanlış zamanda yanlış yerlerde mi geziniyorum yarab!" diye isyan edesiydim ki bir anda ısrarla etrafımdakileri görme arzumdan vazgeçtim. Kendimi ultraviyolenin kornea yakan kollarına bıraktım. Parlak ışık hüzmesinin içinde allahım sana geliyorum diye bisiklet sürmeye devam ettim. Arada bir kaç nene point kazanmış olabilirim(vijdansızlık diz boyu!). Ama bu sayede basit bir park gezintisi fantezi ormanında küçük bir yolculuk oldu. 
Park da, bu tür bir yolculuğa çok müsait. Bir bakıyorsunuz ağaçların arasında tek bir köşesinin üstünde yamuk duran küp şeklinde ahşap evcikleri, bir bakıyorsunuz küçük bir köprünün ucunda boş bir yapı. Bambudan çeşitli boyutlarda kayıklar ve gemiler. Bir köprünün ortasında devasa metal bir hızar vardı köprünün diğer yarısına geçişi kapatan bir kapı gibi. Her taraf ördekler ve envai çeşit kuşlarla dolu. Ama herşey devasa beyaz bir ışık hüzmesinin arkasında bir belirip bir kayboluyor. (Arkadaş öyle bir anlattım ki parkta gezintiye mi çıktım beyin travması mı geçiriyorum belli değil). Parkta ne kadar kaldım bilmiyorum. Ama milyon tane masal, hikaye anlatıldı kafamda. Maden bulmuş gibi oldum. Hatta "bu parkın hikayeleri bitince başka parklara giderim olm ben!" diye düşünmüş bile olabilirim. Parktan sonra eve geldim ve kavanozdan bir kart çektim. Kartta, “Bu gün hedeflerin ve yaşadığın hayat arasında karşılaştırma yapma vakti. Çok abartma ama kendine karşı nazik ol” yazıyordu.
Tavşan deliğine değil, Harikalar Diyarı'ndan gerçek dünyaya bakıyorsun Alice!ciğerini bilirim 
                               

4.gün; Çeşit çeşit insan var

Amsterdam’daki 4. günümde dikiş-nakış gününe davet edilmiştim. Hayırdır inşallah deyip gitmeye karar verdim. Yanımızdaki malzemelere bakıyoruz:

1-tam olarak ne işe yaradığını anlamadığım uzunca bir telle birbirine bağlanmış kısa iki şiş
2-bir tığ
3-ve Türkiye’deyken pazarda 1 liraya satılan keten bezinden bakliyat koyma torbaları.
(O zaman “çanta neyim bişey yaparım bundan hem de bir lira alsam mı ki?” diye düşünürken yanımdaki teyze birer birer hepsini toplamaya başlayınca “anam bana kalmayacak!” diye panikle almıştım 5-6 tane . Sonrasında niye bilmiyorum benimle birlikte taa buralara kadar geldiler.Neyse işte varmış bir hikmeti!)

Eldeki bu malzemelerle tanımadığım insanlarla dolu, örgü ve dikiş gününe doğru yola koyuldum.(gerçi Vietnamlı’yı tanıyorum artık, en azından pazarda kurulmuş bir hukukumuz var.) Ev sahibi Fransız, 2 Vietnamlı, bir Makedon, bir Alman bir de bendeniz.[Laz fıkrasına dair espri yapmaya gerek yok] Yüksek ve dar merdivenleriyle şirin bir Dutch evi. Küçük bir salonda 6 kişi, kimimiz örgü örüyor, kimi bir şeyler dikiyor, kimi nakış işliyor. Ortada ev sahibinin dünyanın çeşitli yerlerinden toplanmış kumaşlarının olduğu büyükçe bir kutu.Kadıncaaz bi de hepsini güzel güzel katlamış etrafılarına ince kumaş kurdele geçirmiş, iğnelemiş falan, resmen talan ediyoruz. Sanırsın çok acayip işler çıkacak iki drape attırıp overlok geçicez etraflarından.(burada  dikiş nakış jargonuna dair kelime dağarcığımın sonuna gelmiş bulunmaktayız) Hatta Alman arkadaş, Almanlığına bakmadan 4 şişle birden bir eldiven örüyor. Dilim döndüğünce, "Karadeniz’de dedeler çorap örer böyle" demeye çalıştım ama pek bi anlamı olmadı."Yaah?" gibi bi karşılık aldım.
Biraz sevgi seline ne dersiniz tontişler!

Ev sahibi ince hamurun içine dizilmiş ve fırınlanmış elma dilimleriyle elma tartları yapmış.Asıl adı tarte aux pommes imiş. Ben börek götürdüydüm. 4 şişle örgü ören Alman hurma getirmiş(Alman gözüm üzerinde). Öyle börek çörek ortamları. Ev sahibi Fransız olunca bildiğin memleket ezgileri de Yann Tiersen oluyormuş. Amelie soundtrack say sağ baştan! Huşudan huzurdan damağıma karamel yapışmış gibi bir hissiyat geldi bana bi ara. Aslında o hissiyatın bir kısmının temel nedeni benim adamın, "canım bak şimdi kursa falan gidiyolarmış, sorarlarsa öle ben dikiş dikmeyi biliyom falan deme" cümlesini çok ciddiye alıp içinde “biliyor musun?” geçen bütün sorularına "kattiyen bilmiyorum", "vallaha da ilgim yok" diye cevap vermem. Bildiğim de atla deve değil de bi Vietnamlı 10 dakika boyunca göstererek ilmek atmayı öğretince içim bir fena oldu.bayılayazdım. Hayır geri de dönemiyorum sözümden. Takribi bir, bir buçuk saat boyunca ilmek attım sonrasında "ay çocuk çabuk öğreniyo, kafalı maşallah" nidalarıyla ben de kendimce işe koyuldum. Sessiz sessiz Yann Tiersen eşliğinde, elmalı tartlarımızdan yiyip, dikiş nakış yaptık.Bir de Fransız tüm bunların üstüne “bugün büyükanneler günü Fransa’da. Orda olaydım bunları annem ve büyükannemle yapacaktık, ben de burda sizlerle kutlamak istedim” deyince; hah dedim tam sevgi seli! Amsterdam'daki hayatım için fazlasıyla şirin bir başlangıç oldu.

Bir ara muhabbetler Hindistan’da kadınlar şöyle eziliyor Çin’de böyle eziliyora döndü. Dedim vay arkadaş akademik dünyada birinci dünyanın kendi derdine yanmadan üçüncü dünya üzerine üfürmelerini alışkınız da gündelik hayatta da bildiğin buralarda 3. dünya dedikodusu mu yapılıyormuş. Peki bu muhabbetin en coşkunun Vietnamlı olması! Yav bırak topraam bari sen yapma diyesiydim ki, doğruldum, ağzıma Alman’ın getirdiği hurmalardan bir tane attım ve geri yaslanıp camdan dışarı baktım. İç geçirdim ve nakışıma geri döndüm. Büyükanneler Günü here I come!

Sultanahmet çık gızzel!
Giderken ayak üstü  Alman kız nerelisin diye sordu bana. O zamana kadar artık ne kadar konuşmadıysam. Türkiye diyince bunun gözler bir parladı arkadaş! Heyecanla Türk yemeği yapabiliyo musun diye sordu? Gerçekten bi kaç saniye düşündüm.Turkish food?!?Türk yemeği?!?!? Yapıyom galiba dedim.Ben dedi çok severim Türk yemeğini, bana yemek yapar mısın dedi. Dedim ne istiyon. Ne olsa yerim dedi. Kızın ne kadar iri olduğunu o an farkettim (allahım sen günahlarımı affeyle). İlerleyen günlerde bu konuda gelişmeler yaşanabilir.

Bu günün akşamına Yunanlı arkadaşlarla buluştuk. Enternasyonal içinde kaldım yeminlen! Neyse burda heryerde yel değirmenleri var (bu konuyu bi ara etraflıca inceliycem) onlardan birinin kafesinde yemek yedik. Yunanistan’ın durumundan konuştuk bi ara. Sonra dediler burdaki Dutchların çoğu ‘Yunanistan’a gitmiyoruz çünkü çok tehlikeli bir yer, sürekli eylem grev var’ diyorlar. "Bazı Dutchlar da bu yaz tatil için Yunanistan’a gidicez, ve orda biraz para harcayıp ekonomiye katkıda bulunucaz" diyorlar dediler. Ben abaovv bu nasıl mantık diyerek ağzımı yüzümü çemçürtürken Yunanlılar dediler ki “bu iyi bir şey öyle deme, eğer Yunanistan’a yardım etmek istiyorsa insanlar tatil için gelip döviz bırakmalı”. Yahu arkadaş, bu işin, ekonomik sınıfsal bir bağlamı yok mu, bu nedir 90lar Türkiye kafası, turizm bacasız sanayidire bağlamışsınız demeye gücüm yetmedi. “He komşi yasu yasu" dedim konu değişti. Sonra  bi ara baktık Yunanlılar bir şey anlatmaya çalışıyorlar.
"işte hani şu su içtiğimiz büyük plastik şeyler var ya "
"bi restoranın tavanına komple onlardan lamba yapmışlar"
"normalde çirkin bişey ama güzel olmuş" falan diye
"hani şöyle olur böyle olur", biz anlamadıkça tarif etmeye çalışıyorlar. Onlar çırpındıkça biz anlamaya çalışıyoruz. Benim adama damacana gibi bişeyden mi bahsediyolar acaba dememle tüm Yunanlılar hep bir ağızdan hah damıcanaa! Damıcanaa! diye bağırdılar.
Kısa günün karı gereksiz bilgi: damcana Türkçe ve Yunanca'da ortak kelimeymiş.(Kendime not: şu Yunanlı lafından vazgeç)
Bu toprakların sesi


3.gün; Java Straat

Bugün artık dışarı çıkmanın vaktiydi. Bu yazıda en azından faideli bir bilgi paylaşabileceğim. Benim adamla atladık bisikletlere çarşı pazar alışverişine gittik. Şu an yaşadığımız ev merkeze bisikletle 15-20 dakika. Merkez çemberin hemen dışında.Buralar daha bir huzurlu ve güzelmiş.Merkezdeki o harran gürranın içinde insan güzelliği de duyamıyormuş.Çarşıya pazara dedim ya gerçekten gittik. Burda bir Java Straat var (Java Caddesi).
Çeyiz dünyasına hoşgeldiniz!
 Faslı’sından Tunuslu’suna, Türk’ünden Kürt'üne, Iraklı İranlı’sına herkes o caddenin etrafına konuşlanmış.Bir de güzel pazar kurulmuş bu caddenin yakınına. Pazardan giyinme sevdam burda da mı devam edecekti acaba derken leopar desenli kapşonluların, zımbadan yüzeyi görünmeyen neon desenli deri çantaların içinde kaldım.Giyim zevkime hitap etmese de Amsterdam’ın orta yerine bir güzel konuşlandırmışlar pazarı.Nasıl bir dominant kültürse bizimki, Java Straat boyunca dizilmiş dükkanlar ben diyeyim bir Kemeraltı’nı siz deyin bir Ulus’u ayağınıza kadar getiriyor.Sokağa taşmış tezgahlarda her tür bulaşık teli, üçlü piriz bulmak mümkün.Yabancılık mı? homesick mi? gurbetlik mi? yok öyle bir şey.Memleketi mi özledin git Java Straat’a gir bi markete; "topraam ordan bi paket çiğdem, bi türk kahvesi bir de çaykur turist çayı aldım yalnız yufka bulamadım, yufkalar ne tarafta" diye sor, topraam kelimesine belki biraz şaşırırlar ama illa ki o yufkaların bulunduğu raf gösterilecek arkadaş.Onun dışında Java Straat'taki dükkanlarda üstüste yığılmış bir sürü ev eşyasını ucuza bulabilirsiniz. Marketlerde taze meyve sebzenin envai çeşidi de var.Bildiğin çipil çipil Dutchlar da alışmışlar çarşı pazar geziyorlar burda.Hatta burda işportacı Ducth gördü bu gözler.Bildiğin işporta tezgahında matkap, üçlü piriz, çay süzgeci, korniş falan övüyordu adam.Burda bir de kasap falan var, sanırım helal et meselesi hakim ortama.Lakin etleri de kaliteliymiş diye duyduk.yiyenin yalancısıyım.Java Straat'ta benim adamın üniversiteden Vietnam'lı eski bi iş arkadaşı ve eşiyle karşılaştık.O derece pazar ortamı.Pazar günkü örgü-dikiş gününe eşi de davetliymiş.”Örgü gününe gelicek misin?” diyince kadın, iş ciddiye bindi.Örgü şişi, ip neyin alayım bari dedim.Girdik bi Türk çeyizcisine. Evet bu caddede çeyizci de var.


Garip bir tel ve iki yanından kısa örgü şişlerinin olduğu bişey buldum. Hayatımda da ilk defa gördüm(cahillik). Bir de kalın bir tığ aldım belki amigurumi ortamları yaşanır da örgüden oyuncaklar yapmayı öğrenirim diye bir umut. Bir de bildiğin çaydanlık aldık.Yani buraya gelecek olanlar hiç korkmasın, Türkiye’den özleyeceğiniz her şey burada Java Straat’ta fazlasıyla var. Hatta özlemeyeceğiniz bir çok şey de.Çeyizci çok fantastik bir yerdi yalnız. Böyle alengirli, parlak işlemeli, süslü püslü şeyleri Türkiye de imkanı yok göremezsiniz.Anlatamam kelimeler yetmez. Siyah ahşapla yazılmış dev bir arapça yazı düşünün, üzeri parlak pırlanta görünümlü taşlarla bezeli olsun, ya da altın yaldızlı üç boyutlu kelebeklerle süslenmiş tepsiler ve üstlerinde iki kahve fincanı bir cezveyle kız isteme kitleri. Dükkan dar ama tıklım tıklım.Sokağa adım attığımın ilk günü tespit yapacak değilim. Ya da yapayım ya ne çıkar. Bu kısıtlı gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ki en azından Türkiyeliler için konuşabilirim, burada Türkiye kültürü diye bir şey yok. Amorf acayip bir durum yaşanıyor. Çok da matah bişey söylemedim düşününce. Nereye gidersen git gurbetçilik böyle bir hal.Java Straat ve çevresinde gözlemlediğim bir diğer durum ise perdeler. Amsterdam’da sokakta dolaşırken, geçen geldiğimde de fark edip garipsediğim bir durum var. Evlerin perdeleri yok. Olan da kapatmıyor. Perdeleri kapatmayı sevmeyen bana gün doğdurdu bu durum. Sanırım kimse kimsenin hayatıyla pek ilgilenmediğinden ve sanırım insanların saklayacak da bir şeyleri olmadığından durum böyle. İlk başlarda sokağa sıfır zemin kat evlerin yanından geçerken, mutfakta yemek yapan adama kolay gelsin diyesiniz geliyor. Hava karardığında, tüm evler düğün evi gibi, ışıl ışıl ve şeffaf. Ama Ortadoğulu göçmenlerin yaşadığı bu Java Straat ve etrafındaki evlerin hepsinde perdeler kapalı. Sonuç olarak yün, iplik falan alamadım. Herşey altın yaldızlı herşey gümüş ebruli. Ruhum bu kadar ışıltılı bir dünyaya girmeye hazır değil henüz.

2.gün

Şu an yaşadığımız ev 30 metrekare(balkon hariç!) Evin önünde, kocaman bir park var, içinden dere geçiyor, ördekler vaklıyor. Sağolsun bizim bey, karınca misali ben gelene kadar bayağı bir eşya toplamış. Küçücük evin içinde zibilyon tane eşya. Temizlik ve eşya yerleştirmeyle geçen bir gün daha.  Fotoğrafta görülen kavanoz aslında muhim mesele. Türkiye’den gelirken arkadaşlarım içinde 215 adet kağıt bulunan bir kavanoz verdiler bana yalnızlıktan delirmeyeyim diye. Arkadaşlarımı bir kavanoza koyup yanımda getirmişim gibi, her an seslerini duyabilecekmişim gibi. Amsterdam ellerinde, gerçekleştirilmesi gereken 215 adet görev yazılı her birinde. Amelie halt etmiş yanlarında. Sünmek gibi bir lüksüm yok yani. Gerçi sünmesek de, bugün de eşya yerleştirme ve temizlikle geçti tüm gün. Sokağa adımımı atmadım henüz. Bunun üstüne bir de bu Pazar günü için, örgü-dikiş-nakış gününe davet edildim. Odtü’de doktora yapan insandım ben ne ara domestik ev kadını oldum yarab!

Şimdilik Amsterdam’la olan tek iletişimim evin önünden “ik ben ik ben” diye bisiklet sürerek geçen insanlara bakmak. Amsterdam'a dair bir iki faideli bilgi edinmek için yolu bu bloga düşmüş cefakar insanlar için gelsin o zaman; bugün ne öğrendik : ik ben(Flamanca)= ich bin(Almanca)=I am(ingilizce)= ben(Turkce)) Kelimenin okunuşunu merak edenler için.

1.gün

Amsterdam’a ilk gelişim bir kaç ay önceydi. İki haftalık kısa bir tanışmaydı. O seferden sonra bu şehre karşı biraz mesafeliydim. Herşey yapay gibiydi, sanki eski Western filmlerindeki gibi, evlerin bi tek ön cephesi var gerisi boş gibi gelmişti. "Bu soğukta bu kadar turist ne arıyor arkadaş burda” dememle girdiğim bi ara sokaktan buram buram ot kokusunu duymam aynı ana denk gelir. Gerçi o zaman bi haftalığına Prag'a gitmiştim bi konferans için, oradan Amsterdam’a geçmiştim.Bir hafta boyunca ağzımın suları aka aka "Kafka bu sokakta yürümüştü, Kafka bu köprüden geçmişti, ahan da bu binayı gördüydü" diye diye gezdiğimden mütevellit ve dünyanın en azından benim gördüğüm kısmında en güzel şehri Prag olduğundan zaar Amsterdam pek bir yavan gelmişti.O vakit “babanı da sevmezdim sütoğlan!” diye ayrılmıştım Amsterdam’dan. Bu nedenle, biraz mesafeliyim bu şehre karşı. Ama bu sefer tatilde değiliz. Artık tası tarağı toplayıp geldik, seni sevicem Amsterdam hiç kaçarı yok.